RSS

İktidar Ve Toplum Mühendisliğinin Bir Aracı Olarak Teknoloji

Kapitalizmin gelişimi ile paralel bir seyir izleyen teknolojik gelişim şaşırtmayan bir biçimde muktedirlerin amaçlarına hizmet etmek için kullanılmakta. Üretim araçları, tıbbi teknolojiler, güvenlik teknolojileri ve sair tüm teknolojik gelişmeler yönetici sınıfın yani burjuvazi ve onun iktidarının devamı ve meşruiyeti için kullanılmakta. Türkiye de kapitalist bir sisteme sahip ülke olması sebebiyle yukarıdaki önermenin dışında kalan bir niteliğe sahip değildir.

Teknolojik gelişmelerin, iktidar tarafından bir “iktidar meşrulaştırıcı” veya “iktidarın yeniden yaratımı” için kullanılan bir araç olarak görülmesi tüm burjuva devletlerinde rastlanan ve oldukça eski geçmişe sahip bir gerçekliktir. Hitler’in propaganda amacıyla görsel teknolojiyi kullanması, nüfus kontrolü ve ari ırk politikalarına destek amacıyla tıp teknolojileri ve tıp bilimini kendi emellerine alet etmesi veya ABD’nin yaptığı sınır ötesi operasyon veya darbeleri meşrulaştırmak için kullandığı medya silahı buna örnek olarak gösterilebilir.

Türkiye’de de benzer şekilde  bir burjuva iktidar olduğundan kuşku duymamak gerek elbette. Sahip olduğu neoliberal ekonomik formasyonu muhafazakar niteliğiyle süsleyen iktidar, andığımız üzere tüm teknolojik gelişmeleri, kendi toplum ve devlet tahayyülü çerçevesinde kullanmaktan geri durmamaktadır. Temel amacı varlığını meşrulaştırmak, kapitalist serbest piyasanın devamını sağlamak ve hayal ettiği “dindar ve kindar” toplumu yaratmak olan iktidar bu amaçla teknolojiyi, Foucault’yu haklı çıkaran bir biçimde, halkı kontrol altında tutmak için kullanmaktadır.

İktidarın meşruiyet sağlama ve yeniden üretme araçlarının başında, teknoloji ile dolaylı bir bağı bulunan, hapishaneler gelmektedir. Toplumun tüm kesimince malum isimlerle bilinen davaların hepsi toplumu biat ettirmek üzerinde kurulu aslında hukukla çok da fazla alakalı olmayan davalardır. Bu ve benzeri davaların süresi, topluma anlatılış tarzı, davadan yargılananların maruz kaldığı muamele tarzı aslında halka bir çeşit uyarı niteliğindedir. Bu davalara konu olan eylemlerin üretilmesinde ve davaların meşruiyet ayaklarının sağlanmasında ise yine teknoloji kullanılmıştır. Bilgisayar teknolojisi sayesinde üretilen dökümanlar, dinleme teknolojisi sayesinde elde edilen (aslında delil sayılamayan) tapeler topluma davaların aslında haklı ve meşru bir amaç için yürütüldüğü imajını yaratmak için kullanılmaktadır.

Bunun yanında iktidar, muhafazakar olma niteliği ile çelişir biçimde, mahremiyet alanını hiçe sayarak herşeyden haberdar olma ve bu sayede kendi iktidarının devamından emin olabilme gibi bir politika benimsemiştir. Bunun vücut bulmuş hali mobese kameraları, artık toplumun kanıksadığı, siyasilere ait gizli kasetler, dinleme cihazlarıdır. Bu sayede iktidar bir yandan kendi bekasını sağlayıp bir anlamda rakiplerinden bir adım öne geçerken bir yandan da muhalif kişi veya partileri itibarsızlaştırma yoluna giderek “ben olmazsam sizi kimin yöneteceğini görün” mantığıyla insanları bana muhtaçsınız psikolojisine sokmaya çalışmaktadır. Üstelik bu kamera sistemlerinin istediğini görüp istediğini görmemesi, gerektiği zamanlarda her ne hikmetse “bozuk” olması da yine bunların amacının ne olduğunu belirten birer işaret olarak okunmalıdır.

İktidarın siyasi arenayı ve toplumu bu şekilde dizayn etme ve kontrol altına alma hevesi tam Foucault’nun bahsettiği kontrol mekanizmaları ve politikalarına benzemektedir. Foucault’nun “disiplinci iktidar” dediği bu iktidar türü teknolojilerin de sayesinde yeniden üretiliyordu. Bu iktidar gücünü topluma direkt görünmemekten alıyordu. Yani  iktidarın gücü orada bir yerde mevcuttur ama siz bunu bakınca göremezsiniz ancak orada olduğunu bilirsiniz. Bu bağlamda hapishaneler, okullar, hastaneler bu iktidarın temel toplumsal mühendislik ve “rıza üretim”  alanlarıdır. Bu kurumlarda iktidarın kimi zaman iyi kimi zaman kötü yüzü görünür. Aslında görünen yüzün sadece bir gölgesidir. Bu yolla iktidarın kendisini göstermemesinin verdiği bilinmezliğin meşruiyeti ve yarattığı korkuyla insanları uslu, durağan ve biat eder hale getirmeye uğraşır. Buralarda insanlar, düzenin ve iktidarın meşruluğuna biat etmiş bireyler olarak topluma kazandırılmaya çalışılır. Bunun yanında medya da toplumu manipüle etme, yönetme ve kontrol altında tutma politikasının bir başka aracı olarak kullanılır. Çünkü medya da artık iktidarın toplum mühendisliği amacının araçlarından biri haline gelmiş ve yazılması gerekeni değil, yazılması söyleneni yazmak üzere dizayn edilmiştir.

İktidarın uygulamak istediği bir başka politika da insanların özel hayatının her alanında söz sahibi olmaya kalkışan bir tür “biyopolitik”. Kavramı İmparatorluk kitabında kullanan Hardt ve Negri, bu kavramı “hayatın üretimi” olarak tanımlıyorlar. Biz de benzer biçimde ama birazcık daha farklı bir okuma yaparsak “hayatın istenilen mecrada sürdürülmesini sağlamak” diyebiliriz. Buna göre gerek şimdiki gerekse sonraki nesil iktidarın istediği şekilde muhafazakar, sünni ve Türk bir nesil olacaktır. Bunun vücut bulduğu üslup “en az 3 çocuk istiyorum” olurken vücut bulduğu politika kürtajın engellenmesi gibi uygulanmak istenen ama hayata geçirilemeyen fikirlerdir. Keza eşcinsellere karşı güdülen politikalar ve nefret söylemi de bu çerçevede kabul edilmelidir.

İktidarın bu uygulamalarında aslında bir tür iki yüzlülük olduğunu da görmemiz gerekir.  Son olarak devletin daha doğrusu hükümetin emrindeki kanalda bir “din görevlisinin” dile getirdiği hamile kadınları toplumdan dışlayan, hamilelik sürecinde evde oturmalarını salık veren anlayış aslında bizatihi iktidarın istediği birşeydir. Ancak garip ve iki yüzlüce olan durum da tam  bu nokta da başlıyor. Bir yandan sürekli üç çocuk istiyoruz diye dolaşanların ve bunu hemen her ortamda dillendirenlerin hamileliği bir suç veya ayıp gibi gösterip hamileleri toplum dışına itmeye çalışmaları da nasıl bir samimiyete sahip olduklarını gösterir türdendir. Elbette burada sorulması gereken soru şudur; aslında evde tutulmak istenen, hamilelikten bağımsız, bizatihi kadının kendisi midir? Şüphesiz buna verilecek cevap evettir. Çünkü muhafazakar toplum tahayyüllünün temelini oluşturan “namuslu ev kadını” profili bunu istemektedir. Bu tahayyül kadından sadece iyi bir eş iyi bir anne olmasını beklemektedir. Bu çerçevede neoliberal ekonomi politik ile de son derece uygun bir şekilde kadından beklenen “namuslu ve doğurgan” bir kadın olarak evinde oturması ve çocuk yaparak tüketim toplumuna ve dolayısıyla piyasaya uygun işler yapmasıdır.

 
Yorum yapın

Yazan: Ağustos 10, 2013 in İç Politika / Siyaset

 

Kürt Hareketinde İki Durak: Tek Adamlık ve Gramsci’en Mevzi Savaşı

Ortadoğu ve Türkiye’nin son dönemde içinde bulunduğu siyasi ortam Kürtleri tekrar gündemin birinci maddesine taşıdı. Kürtlerin bu coğrafyadaki geçmişi ve aidiyeti zaten belli olmakla beraber uzun bir aradan sonra ilk kez Kürtler bölgenin en önemli “unsuru” haline gelmiş bulunmaktadır ki M. Barzani de bu durumu “21. Yy. Kürtlerin yüzyılı olacaktır” diyerek kendine özgü bir biçimde belirtmiştir.

Kürtlerin bu Ortadoğu satrancının şahı durumuna gelmesi sadece Türkiye özelinde olan bir olgu değil; Ortadoğu’da Kürt nüfusa sahip olan tüm ülkeleri ilgilendiren bir durum haline gelmiştir. Peki bu durum nasıl oluşmuştur? Bu sorunun cevabını ararken karşımıza Kürt siyasetinin Türkiye özelinde ve bölge genelinde uyguladığı iki farklı politika çıktığını söylemek mümkündür. Kürt siyaseti içerde (Türkiye’de) tek adama bağlı geleneksel bir politikayı benimserken dışarıda (Ortadoğu genelinde) Gramsci’en bir politika benimsemiştir.

Kürt siyaseti içerde AKP ile birlikte “çözüm süreci” denen sürecin başat aktörü durumundadır.  Daha çok iç politikayı ilgilendiren ama elbette sadece iç politikadan ibaret olmayan bu sorunun çözümünde öne çıkan şahsın ise Öcalan olduğu aşikardır. Kürt siyasetinin Türkiye’de bu açılım veya çözüm süreci denen süreci başlatabilmesini sağlayan en önemli unsur şüphesiz silahlı bir güce sahip olmalarıdır ancak bunun yanında bu silahlı gücü dinamik kılan ve legal Kürt siyasetinin bölünmesinin önüne geçen en önemli kişi de yine Öcalan’ın kendisidir. Yani baktığımız zaman doğuşundan günümüze Kürt siyasetinin bugünkü başarısına ulaşmasının temelinde siyasetin oy tabanına da yansıyan biçimde, feodal toplumsal nitelikler taşıyan “tek adam siyaseti” yatmaktadır. Çünkü Kürt siyaseti asla Öcalan dışında herhangi bir siyasal lidere fırsat tanımamış, asla onun sözünden çıkmamış, alternatif oluşumları aforoz etmiş ve bu politikalar neticesinde bölünmeden, yeknesak bir biçimde günümüze değin varlığını sürdürmüştür.

TİP içinden kopup, alternatif bir sol yol izleyen daha sonra milliyetçileşen Kürt hareketi içinde Rızgari, Kawa, Özgürlük Yolu, Apo’cular (daha sonra Pkk) gibi hareketler yeşermiştir. Ancak bu hareketlerin  pkk dışında hepsi ya bölünmüş ya da çeşitli nedenlerden ötürü savrulmuştur. Rızgari ve Kawa hareketi tabanını kaybederken, Özgürlük yolu lideri Burkay çareyi yurtdışına çıkmakta bulmuştur ve döndükten sonra da Kürt hareketi üzerindeki etkisini yitirmiş bu ortam bulmuştur. Hareketler içinde yalnızca pkk günümüze değin tabanını genişleterek varlığını devam ettirebilmiştir. Bunda elbette pkk’nin silahlı bir örgüt olmasının etkisi vardır. Ancak asıl payın Öcalan’ın sorgulanamaz liderliği olduğunu görmek gerek. Örgüt içindeki tüm alternatif oluşum niyetlerini bertaraf eden, farklı sesleri kısan Öcalan tek adam haline gelmiş ve cezaevine girmesine rağmen kendinden başka lider çıkmasının önüne geçmeyi başarmıştır. Legal Kürt siyasetinin tabanının da Öcalan’a beslediği tapınmaya varan sevgi de onun bu konumunu besleyen bir etki yapmakta ve legal siyasetin de Öcalan’ın dediklerinden daha farklı şeyler söylemesinin önüne geçmektedir. Dolayısıyla karşımızda bir hareket vardır ancak içinde tek farklı ses olmayan tamamen Öcalan’a endeksli, bir tek adam oluşumu vardır. Bu hareketin demokratlığının önünde duran en büyük engel olmakla birlikte hareketin başarısının da en büyük temelidir. (Tabi başarıdan kastım iktidarı çözüm süreci başlatmaya mecbur bıraktırmaktır.)

Kürt siyasetinin dışarıdaki konumu ise tamamen Gramsci’en bir yoldur. Çeşitli blokları birbirine karşı kullanmak gibi bir denge politikasından hareket eden bu politika daha sonra güç bloklarıyla kurulan ilişkiler bazında Gramsci’en bir görüntü sergilemektedir. Ne demek istiyorum;

İtalyan Marksist Gramsci devlet analizi yaparken Doğu-Batı ayrımı yapar ve bu kategorizasyon sonunda devrim yapılacak devletin hangi kategoriye dahil olduğu dikkate alınarak devrimci yöntemin ona göre belirlenmesini salık vermiştir. Buna göre doğuda geleneksel zora dayalı devlet mevcuttur ve buradaki devlete karşı izlenmesi gereken yol “manevra savaşı”dır. Manevra savaşı yorma hareketi olarak da sunulabilir. Devleti sarsıcı saldırılarla yorabilir ve bu yorma sonucunda yara alan devlete karşı devrim gerçekleştirilip devlet ele geçirilebilir. Çünkü buradaki devletin herhangi bir toplumsal meşruiyeti olmadığı için onu elde etmek kolay olacaktır. Buna karşın Batı’lı modern devletin ise toplumsal meşruiyeti rızaya dayanır ve bu devleti yorma yöntemiyle ele geçirmek söz konusu değildir. bu sebeple izlenmesi gereken yol “mevzi savaşıdır”. Buna göre sabırlı bir yol izlenmeli, uzun süreli bir strateji belirlenmeli, ustaca bir örgütlenme yapılmalı ve ajitasyon yöntemi benimsenmelidir. Burada asıl amaç devletin moral değerlerini yıpratmaktır. Böylece devletin sivil toplum nazarındaki meşruiyeti sarsılacak ve devlet ontolojik sorun yaşayarak çökmeye mahkum olacaktır.

Kürt hareketinin de ilk dönemlerinde tamamen manevra savaşını benimsediğini söylemek mümkündür. Marksist bir ideoloji çerçevesinde örgütlenen, anti emperyalist nitelikler taşıyan pkk , Türkiye’yi bir doğu ülkesi olarak kabul etmiş olacak ki yıllarca yorma yoluyla, silahlı mücadele, ile “yenmeye” çalışmıştır. Ancak gerek soğuk savaşın bitişi gerekse sonrasında Öcalan’ın yakalanması ile birlikte örgüt uluslararası alanda daha “küreselci” bir politika izlemiştir. Artık geçici darbelerle Türkiye’yi yenemeyeceğini anlayan hareket hem legal siyasete ağırlık vermiştir. Uluslararası alanda çeşitli ittifak politikalarıyla Türkiye’yi kendi istekleri yönünde hareket etme noktasına getirmeye çalışmışlardır. Bunun yanında enstitüler, basımevleri, filolojik araştırmalar, Kürtçe kursları ve saire gibi uygulamalarla kendi tabanına ulusçu bir bilinç aşılayarak devletin Kürt toplumu nazarındaki meşruiyetini sarsmayı amaçlamıştır. Ayrıca silahlı mücadele yöntemini uygularken  de çeşitli ittifaklar yapmakta bir beyis görmemiştir. Örneğin anti emperyalist yapısına rağmen Abd ile iyi ilişkiler kurmakta veya Filistin davasını sahiplenmesine rağmen İsrail ile silah alım satımı yapmakta bir sorun görmemiştir. Dolayısıyla daha sabırlı ve çeşitli ittifakları öne çıkaran yıpratmacı değil yorucu bir politikaya meyletmiştir.

 
Yorum yapın

Yazan: Temmuz 26, 2013 in Uncategorized

 

Anti Kemalistlerin ÖSO Sempatisi Ve Şuursuz Bir İşbirliği

Türkiye garip bir ülke. Farklı siyasal ideolojilerin en küçük ortak paydada buluşup ittifak yapabileceği ilkesizlikler ülkesi… Elbette iki farklı ideoloji konjoktürel olarak işbirliğine girişebilir ve elbette bunda bir tuhaflık yoktur ancak bu işbirliğini yapanların en azından kökenlerinde savundukları bazı ortak değerlerin olmasını beklemek bizim de hakkımız değil mi? Ne demek istediğimizi anlayabilmek adına M. Çulhaoğlu’ndan bir alıntı yapalım:

  “Kısa bir ara verirsek, matematiğin bir dalı sayılan “küme teorisinde” kümeler arasında kesişim de olabilir, birleşim de. Kesişimde, mevcut kümelerin hepsinde ortak olan elemanları içeren bir parça tanımlanır. Birleşimde ise, kümelerin hepsinin elemanlarını kendinde toplayan yeni bir küme söz konusudur.

            Siyasette, farklı kümeler arasında kesişim alanlarının ortaya çıktığı durumlar olabilir. Çok sık görülmese bile normaldir. Örneğin, belirli bir dönemde geçirilmek istenen özel bir yasaya karşı sosyalistler, ulusal kurtuluşçular, liberaller ve dinciler aynı noktada buluşabilirler. Burada kastedilen “ittifak”, “cephe” gibi şeyler değildir. Söz konusu olan, yalnızca, o özel yasaya karşı olma durumunun dört küme için bir kesişim alanı ortaya çıkarmasıdır.

            Siyaseti bir yana bırakırsak, ideolojilerde kesişim alanı da birleşim alanı da olamaz. Oluyor gibi görünüyorsa, ya çok kısa ömürlüdür ya da kümelerden biri ya da birkaçı kendi asli özelliklerini yitirmiş demektir”

Yani Çulhaoğlu’nun da belirttiği gibi belli konularda anlaşma veya ittifak varmış gibi görünse de aslında bu bir ittifak değildir ve olan şey  de çok kısa ömürlüdür. Tıpkı daha önce bir yazımda belirttiğim Liberal-muhafazakar sözde ittifakı gibi.

Bu işbirliğinin benzer bir örneğini yine görmekteyiz. Üstelik bu sefer ki iç politikadan çok dış politikayı ilgilendiren bir alanda karşımıza çıkmaktadır. Suriye’deki ayaklanmadan ve Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) bahsediyorum. Çünkü ayaklanmanın başını çeken ÖSO Türkiye’de de birçok kesim tarafından sempati ile karşılanmakta, özgürlük savaşçısı ilan edilmekte ve hatta hızını alamayan bazı devrimci arkadaşlar Suriye’ye ÖSO adına savaşmak için gitmektedir. Bu kesimi oluşturan isimlere baktığımız zaman ise karşımıza birbirine benzemez (daha doğrusu doğası gereği benzememesi gereken) farklı ideolojiler çıkmaktadır.

Kimlerdir bunlar? Örneğin bilimum muhafazakarlar, örneğin bilimum liberaller(hakkını yemeyelim bazı liberaller hariç) örneğin kendine solcu diyen kimi “aydınlar”, birikim tayfası, AB’ci tayfa ve saire.

Şimdi bu sayılan grupların ortak noktası nedir diye sorduğumuzda alabileceğimiz bir cevap var mı? İlk bakışta yok gibi görünebilir! Zira bir liberal bir muhafazakar ve bir solcu ortak neyi paylaşabilir ki? Memleket Türkiye olunca paylaşıyor işte: anti jakobenlik, anti Kemalizm!

Anılan grupların hepsi “toplum mühendisliğine” karşı, tepeden inme devrimci reformlara karşı dolayısıyla jakoben anlayışı eleştiren üstelik bunu yaparken o jakobenlik sayesinde kazanılan kimi kavram ve aydınlanma ilkelerini kullanan, çeşitli fikriyatı savunan akımlar. Bu gruptakiler Kemalizm’i de jakoben olması ve toplumsal mühendislik yapmasından ötürü eleştirenler aynı zamanda.

Şimdi burada bir gariplik çıkıyor ortaya. Çünkü bu “aydınlar” Kemalizm’i ibadethaneleri kapatmakla eleştirirken ÖSO’nun ibadethaneleri havaya uçurmasında ses çıkarmayan, görmeyen arkadaşlar…[1]

Bunlar Kemalizm’i tek tipçi, baskıcı olmakla, Kemalist devleti işkenceci olmakla eleştirirken ÖSO’nun yaptığı işkenceleri görmezden gelen “aydınlar”…[2]

Bunlar Kemalizm’i Batı’ya teşne olup doğuyu ihmal etmekle, Filistin sorununa mesafeli durup İsrail ile iyi ilişkiler kurmakla eleştirirken ÖSO’nun Filistinli mültecilere yaptıklarını[3] ve İsrail ile ÖSO arasındaki ilişkiyi görmezden gelenler…[4]

Kemalizm’i; azınlıklara, farklı dini inançlara saygılı olmamakla suçlayıp, Sünni Türk ideolojisi olduğu gerekçesiyle eleştirip, Alevilerin haklarını ihlal etmekle ve Alevilerin Kemalizm’e verdiği desteğe rağmen Kemalizm’in bu desteğe layık olmadığını söylemelerine rağmen, ÖSO’nun Alevi katliamlarını görmezden gelebilirler…[5]

Elbette örnekler çoğaltılabilir. Çoğaltılacak örnekler sonunda varılacak sonuç bellidir. Aslında ittifak yaptığını zanneden bu güruhun ne ittifak yapacak mantıklı bir ortak noktası vardır ne derli toplu bir siyasi kültür veya geleneği… Yapabildikleri tek şey “düşmanımın düşmanı dostumdur” gibi son drece kaypak ve pragmatist bir yaklaşım üzerinden kendi tutarsız politikalarını savunmaktır. Elbette Kemalizm’in eleştirilecek, reddedilecek çok yönü vardır ama bunu en son yapabilecek olanlar yukarıda adı anılan güruhtur…

 
Yorum yapın

Yazan: Nisan 8, 2013 in Uncategorized

 

TÜRKİYE NE YAPIYOR, ÖCALAN NE DİYOR?

21 Mart’ta yani Newruz günü, Diyarbakır’da BDP liderliğinde gerçekleştirilen kutlamalarda, şüphesiz tüm Türkiye’nin gözü kulağı Öcalan tarafından daha önceden kamuoyuna açıklanan ancak içeriği belirtilmeyen mektubun ne yönde olacağındaydı. Oluşturulan hava Öcalan’ın bu mektupta PKK’ye sesleneceği ve “barış sürecine”  katkı verecek söylemlerde bulunacağıydı. Doğrusu gelişen olayların da pek de farklı olduğunu söylemek zor. Çünkü Öcalan’ın mektubu başka birçok konu içermekle beraber PKK’ye silah bırakma çağrısını da barındırıyordu. Dolayısıyla mektuba yönelik olarak oluşan tepkilere baktığımız zaman gerek hükümet gerekse kamuoyu gerekse BDP kanadının tatmin olduğunu söyleyebiliriz.

Öcalan’ın yazdığı metnin, kamuoyunda en yankı uyandıran yanı şüphesiz PKK’ye yönelik olarak dile getirdiği “artık silahlar sussun, fikirler konuşsun” şeklindeki çekilme çağrısıydı. Gerek basında gerek sosyal medyadaki tepkilere bakıldığında halkın, ufak tefek tepkileri olmakla beraber, bu çağrıya destek verdiğini ya da en azından aşırı tepki göstermediğini söylyebiliriz.

Öcalan’ın kaleme aldığı, BDP milletvekili S. Süreyya Önder tarafından okunan mektupta PKK’ye ilişkin olarak yukarıda anılan söylem dışında, daha geniş bir yelpazeye yayılan konuların da işlendiğini görebiliriz. Bunları incelemeye çalışırsak;

Örneğin mektubun tüm içeriğine ve özellikle “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Ortadoğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz”[1] cümlesinde vücut bulan ifadeye baktığımız zaman, genel anlamda Öcalan’ın Türkiye ve Ortadoğu’nun gidişatından memnun olduğu görülebilir. Elbette burada hemen akla Arap Baharı süreci gelmektedir. çünkü Ortadoğuyla ilgili yeni olan tek şey herhalde bu süreç olmaktadır. Dolayısıyla neye hizmet ettiği konusunda bile henüz tam anlamıyla bir mutabakat sağlanamayan bu süreçten Öcalan memnun görünmektedir. Kürtler adına (daha doğrusu PKK adına) Arap Baharı sürecinin en önemli aktörü hiç şüphesiz PYD’dir ki hatta bir PYD üyesi Newruz kutlamalarında sahneye bile çıkmıştı. Peki, PYD’nin şuan çatışmalı olduğu taraf kim diye bakarsak karşımıza Arap Baharının Suriye’deki yürütücüleri ÖSO çıkmaktadır. O halde PYD ile sürekli çatışma halinde olan ÖSO’yu yaratan bir süreç olarak Arap Baharından medet ummak ilginç bir tezat olarak karşımıza çıkıyor. Elbette metinde dile getirilen temel çelişkiler ve paradigma değişikliği bundan ibaret te değil.

“Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.”

“Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmişti”

Bu iki paragrafta yaşanan geçmişin hem bir eleştirisini hem de bir özeleştirisini görmek mümkün. Modernizme yönelik “inkar eden, dışlayan” şeklinde sunulan eleştiriler modernizme pek sıcak bakılmadığını gösteriyor. Modernist paradigmadan özelde kasıt ise elbette Türkiye’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizm. İşte bir çelişki daha. çünkü Kemalizmi eleştiren Öcalan’ın kendisi de Kemalizmi andıran kimi fikir ve uygulamaları savunmaktadır. Örneğin ekolojik toplum teorisi, kürt dilinin tarihine ilişkin teorilerin geliştirilmesi gibi fikirleri bulunan Öcalan aslında eleştirdiği modernist paradigmanın tam da koyu bir savunucusu gibi davranan bir toplum mühendisliği peşindedir. Bunun yanında PKK’nin kendisi de aslında modernist bir örgüt. Gerçekleştirilen tüm eylemler, geride bırakılan yaklaşık yarım asırlık tarihin içeriği bir yana PKK, Kürt halkı üzerinde (en azından tabanında) modernleştirici bir etki yapmayı amaçladı. Bölgedeki feodal yapılarla, ağalık rejimiyle her zaman sorunları olan ve programına bile bu unsurlarla mücadele konusunda madde koyan bir örgütün liderinin modernizme yönelik eleştiriler getirmesi garip durmuyor mu? Ayrıca eleştirilen modernizm yerine ne konulacaktır sorusunu sorduğumuz zaman Öcalan’ın bu konuda pek de iç açıcı şeyler söylemediğini belirtmek gerek.

“Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.  Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır.”

Öcalan’ın yukarıdaki cümleleri O’nun moderniteye yönelttiği eleştirilerin de kaynağı niteliğinde. Nitekim İslam dinini bir ortak payda olarak kabul edip, halkları bu çizgide buluşturma felsefesini modern teorilerle, çağdaş insan hakları, yurttaşlık  hukukuyla açıklamak mümkün değil. Zira ortak payda olarak dini seçmek vatandaşlık değil ümmetçiliği seçmiş olmakla aynı şeye denk gelmekte. Bu yönüyle baktığımız zaman bu deklarasyonun en hafif ifadeyle gerici ifadeler barındırdığını söylemek mümkündür. Her ne kadar bu söylemi ve daha sonrasında Öcalan’ın F. Gülen’e selam göndermesini, E. Kürkçü “sol” bir terminoloji ile yorumlamaya çalışsa da durum pek Kürkçü’nün ifade ettiği gibi değildir. Nitekim Kürkçü Öcalan’ın bu söylem ve politikalarını Gramscien bir yorumla “manevra savaşından mevzi savaşına geçmek” olarak yorumlasa da Gramsci’nin bu kavramlarla kastettiği şey hiç de Kürkçü’nün anladığı gibi değildir.

Gramsci devleti yeknesak bir unsur olarak görmeyip, devletin bloklardan oluştuğunu ifade eder. Dolayısıyla günümüz itibariyle, bu bloklardan herhangi birini veya birilerini mevzi olarak ele geçirmek devrim için uygun bir politika olacaktır. Kürkçü, Gülen hareketini devlet içindeki bir blok olarak görmüş olacak ki böyle bir yorum yapmış. Doğrusu blok olarak görme konusunda haklı da sayılır. Ancak bu hareketin devlet içinde bir blok olması onu doğal müttefik yapar mı? Elbette hayır. Zira dini paradigmalara dayanan bir hareket doğası gereği ilerici olamayacağı için müttefik ve mevzi de olamaz. Bunun yanı sıra Öcalan’ın semavi dinlerin peygamberlerine yaptığı referans ve anma O’nun bundaki sonraki süreçte tarihsel müttefik olan sol yerine daha yeni müttefik arayışlarına gireceğinin en net ifadesi. Dolayısıyla Marksist-Leninist ideolojiyle kurulan daha sonra SSCB’nin dağılmasını takiben milliyetçi-ulusçu bir yöne savrulan Öcalan ve dolayısıyla PKK şimdi de dinsel bir açılım yaparak adeta kendi için bir çeşit “3.Cumhuriyetin Dönüşüm Sürecini” yaşamaktadır.  Ayrıca hepimizin ortak hafızası olan Çanakkale Savaşının da Öcalan tarafından meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılması da PKK’nin kendine biçtiği “devrimci, ilerici” olma iddiasıyla pek uyuşmamaktadır. Çünkü geçmişteki ortak hatıralar, acılar veya zaferler üzerinden çağdaş sorunlara yaklaşmak herhangi ilerici nitelik taşımamaktadır.

Netice itibariyle Öcalan’ın ateşkes ve sınır dışına çekilme çağrısına PKK kadrosunun da olumlu cevap vermesi önümüzdeki günlerin ülke adına daha sakin ve huzurlu geçeceğinin işareti elbette. Fakat şunu biliyoruz ki PKK daha önce de ateşkes(ler) ilan etmiş ancak bu ateşkes(ler) kalıcı olmamıştı.( Hasan Cemal’in 24 Mart’ta Karayılan ile yaptığı röportajda çekilmenin hemen olacak birşey olmadığı ve belli şartlerının gerektiği belirtiliyor: http://t24.com.tr/yazi/karayilan-geri-cekilme-sonbahara-sarkar-kalici-baris-aponun-ozgurlugunden-gecer/6390 ) Yani ateşkes sürecinde atılacak adımlar, uygulanacak politikalar ateşkesin süresini ve sonucunun ne olacağını belirleyecek. PKK’nin ateşkes için öne sürdüğü şartlara baktığımızda ise listenin başına Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesi gibi muallak bir maddenin konması, önümüzdeki süreçte temel tartışma konumuzun İmralı hattı olması kuvvetle muhtemel. Hatta Öcalan’ın özgürlüğü bile yüksek sesle konuşulur hale gelecektir. ( Yine aynı röportajda kalıcı barış Öcalan’ın özgürlüğünden geçer denmekte)

Son bir hafta içinde; Ergenekon davasının sona gelmesi, Obama’nın İsrail ziyareti ve verdiği demeçler, İsrail tarafından gelen “özür mesajı”, PKK’nin çekilmeye yönelik mesajlarını dikkate aldığımızda bunlar birşeyin hazırlığı mı diye sormak elbette son derece doğal durmaktadır. Olası İran ve Suriye operasyonları için içte-dışta herhangi bir sorun yaşanmaması şeklinde bir okuma yaparsak eğer, yaşanan tüm bu gelişmelerin özellikle Esad rejimine karşı yeni yaptırım ve olası askeri harekatı yaratacağı aşikar görünmekte. Ve son olarak şunu söylemek mümkün ki son Newruz kutlamalarında ortaya çıkan tabloyla birlikte “ya hep ya hiç” noktasına gelen Kürt sorununun bu kez de çözümsüz kalması daha kötü günlere gebe olacaktır. Bunun yanında Türkiye’nin kendi yurttaşlarının barışı dışında herhangi bir amaçla çözüme kavuşturulacak  bu sorun, belki PKK eylemlerini bitirecektir ama daha fazla kayıplara neden olacak başka bir sürecin başlangıcı da olabilir.

 

Çin’in Süper Güç Olabilirliği

Çin-süper-güç-olma-yolunda-300x129

Akademi ve yazın dünyası uzunca zamandır Çin konusuyla hayli meşgul olmakta. Bunun sebebi şüphesiz Çin’in dünya siyasetinde adından oldukça söz ettirir hale gelmesidir. Çin özellikle iktisadi alanda yakaladığı büyüme hızıyla birçok ülke tarafından gıpta ile izlenmektedir. Bunun yanı sıra uluslararası siyasete baktığımız zaman da, yine etkisi artan bir Çin görmek mümkündür. Çünkü daha önce ABD, AB ve Rusya olarak adlandırabileceğimiz büyük güçler sınıfına Çin de girmiş ve artık görüşlerine önem verilmek zorunda hissedilen bir ülke olmuştur.

Çin’in bu başarılı siyasi ve iktisadi gidişatı birçok farklı görüşü de beraberinde getirmiş ve kimi akademisyen ve düşünürler Çin’i, ABD’nin varisi ilan etmişlerdir. Buna göre Çin gerçekleştirdiği iktisadi atılım ve barındırdığı nüfus itibariyle dünyanın süper gücü olmaya aday en güçlü ülkedir. Ancak bu görüş ne kadar doğrudur bence bunu tartışmak gerek. Dolayısıyla bu tartışmaya en ufak bir katkım olabileceği hissiyle kendi fikirlerimi paylaşmak isterim.

Hali hazırda dünyanın tek süper gücünün ABD olduğunu belirtmeye gerek yoktur sanırım. O halde bir süper güç adayının, bu adaylığını realize edebilmesi için yapması gereken en önemli şey, ABD’yi bu koltuktan etmektir. Dolayısıyla buradan hareketle şunu sormalıyız; Çin, ABD’yi koltuğundan edebilir mi? Peşinen söyleyeyim hayır! Nedenlerini açıklamaya çalışalım.

Ünlü düşünür İbn Haldun en önemli eseri olan Mukaddime’de, günümüzün önemli uluslararası ilişkiler disiplinlerinden biri olan “jeopolitik” ile ilgili de çok önemli tespitler yapar. Coğrafyanın, ülkenin güvenliği, kültürü ve gelişmesinde çok önemli bir yeri olduğunu vurgulayan İbn Haldun;  “toplumsal karakter” de diyebileceğimiz “asabbiyye” kavramı üzerinde de coğrafyanın etkisini inkar etmez. Bununla beraber devletin gücünü kabul ettirmesine ilişkin yaptığı yorumda ise; bir güç önce askeri olarak kendini tesis eder, daha sonra kültürel ve ekonomik hegemonyasını kurar şeklinde bir analizde bulunur.[1]

Yukarıdaki paragraf bizim ABD hegemonyasını anlamamıza oldukça yardımcı olmaktadır. Günümüz itibariyle egemen olan ve atıf yapılan, ekonomik veya toplumsal “liberal değerlerin” temel savunucusu ABD olarak kabul edilmektedir.[2] Hal böyleyken bu değerler ABD hegemonyasının meşruiyet araçlarından biri olmaktadır. O halde şunu sormak gerekir: Çin’in ABD’yi koltuğundan etmek adına, bu değerlerin yerine koyabileceği herhangi bir değeri var mıdır? İnsan hakları, özgürlükleri, kadın erkek eşitliği ve sair… Tüm bu kavramlar ABD menşeli olmasa bile artık onun hegemonya araçlarından biri haline gelmiş ve ABD bu kavramlarla anılır olmuştur.  Dolayısıyla hegemonya olmak isteyen devletin bunların yerine koyacağı kendi meşruiyet araçları olması gerekir. Çin’in bu tür araçlara sahip olmadığı açıktır.

Yine jeopolitikten devam edersek; ABD’nin süper güç olmasıyla ilgili yapılan yorumların ortak noktalarından biri, ABD’nin coğrafyasının ona büyük katkı sağladığı fikridir. Yani ABD, yükselişi döneminde, Avrupa kıtasından, dolayısıyla olası savaşlardan uzak (Monroe Doktrinin de etkisiyle), kendi içine dönük bir politika izleyerek tehlikelerden uzak kalmayı becermiştir. Bunun yanı sıra, ABD’nin etrafında kendisini herhangi bir yönden tehdit edebilecek herhangi bir devletin olmayışı da ayrıca bir itici güç olmuştur.

Oysa Çin için bu durum hiç de böyle değildir. Çin ABD’nin aksine, Rusya, Hindistan ve Japonya gibi son derece tehdit unsuru olabilecek devletlere çok yakın bir coğrafyadadır. Bunun yanı sıra günümüzün teknolojik gelişmişliğinin bir sonucu olarak, Çin’in coğrafi olarak ABD benzeri  bir güvenliğe sahip olması zaten mümkün değildir. Çünkü günümüz dünyasında, gemilerin alabildiği yollar, bu yolları alma sürelerinin azalması, füzelerin menzili gibi unsurlar mesafelerin dolayısıyla coğrafyanın önemini (en azından güvenlik açısından) azaltmıştır.

P. Kennedy, ünlü kitabı Büyük Güçlerin Yükseliş Ve Çöküşleri’ nde temel olarak denizlere hakim olanın dünya hegemonu olduğunu savunur. Bunun yanı sıra hegemonların yer değiştirmelerinin iki yolla olduğunu belirterek, bunun ya savaş ya da örtülü bir anlaşma neticesinde olduğunu söyler.  Tarih zaten savaşlar neticesinde meydana gelen hegemonlarla doludur. Örtülü bir anlaşma sonucu hegemonun yer değiştirmesinin en güzel örneği ise ikinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin koltuğunu ABD’ye bırakmasıdır.

ABD ile Çin arasında bu yöntemlerden hangisi benimsenecektir acaba? Savaş yönteminin kullanılacağını söylemek zordur. Çünkü bu iki ülke ekonomik anlamda, birbirine oldukça bağımlı hale gelmişlerdir. İki ülke birbirilerinin dış ticaretinde birinci sıradadırlar. Birinin ekonomisinde meydana gelecek bir yıkımın diğerini son derece derinden etkilemesi açıkken, bu iki ülkenin birbiriyle savaşa girmesini beklemek sanırım pek gerçekçi olmayacaktır.

Bunun yanı sıra savaş olmadan bir yer değiştirmenin olacağına ilişkin de henüz bir işaret dahi yoktur. Zira hali hazırda ABD yine en fazla silahlanan ülkedir. Üstelik onun silahlanmaya ayırdığı bütçe, en yakın takipçisi olan Çin’in ayırdığının 6 misli daha fazlayken, yine ABD’nin ayırdığı bütçe, geri kalan tüm ülkelerin ayırdığı bütçelerin toplamından da fazladır.[3] Ayrıca ABD’nin, Ortadoğu’daki gücünü daha çok Asya-pasifik hattına yöneltmesi de yine Çin’e koltuğunu devretmeye hazır olmadığının göstergesidir. Zaten tüm tartışmalara rağmen Çin, henüz dış politikada revizyonist bir dil geliştirmiş değildir, sistemden memnun görünmektedir.[4]

İç politikada da Çin pek rahat görünmemektedir. D. Türkistan, Tibet gibi sorunlar Çin’in tabir-i caizse “yumuşak karnı” durumundadır. Bunun yanında kalabalık nüfus her ne kadar iyi bir şey gibi sunulsa da bir o kadar da tehlike barındırmaktadır. Örneğin, he ne kadar Çin muazzam bir ekonomiye sahip olsa da, Çin’in kişi başına düşen milli gelirini on dolar artırabilmesi, on beş milyar dolar gibi devasa bir ek bütçe gerektirmektedir. Ayrıca Çin’in uyguladığı siyasal sistem, sahip olduğu devlet yapısı ve uyguladığı sosyal politikaların, Çin halkında olumlu bir etki bıraktığı söylenemez yani Çin devletinin bir meşruiyet krizi yaşaması da son derece ihtimal dahilindedir.

Çin’in bir süper güç veya hegemon adayı kabul edildiği bir gerçektir. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki ekonomik büyüme dışında herhangi bir konuda Çin’in ABD ile bir yarışa girebilmesi pek mümkün görünmemektedir.  Zira güç değişimi teorisinde de belirtildiği gibi, bir büyük gücün( süper güç adayının), başat gücü( süper gücü) tehdit edebilmesi için, başat gücün toplam gücünün en az %80’nine ulaşmış olması ve “revizyonist” olması gerekir. Oysa Çin’in rakamları ve söylemleri asla böyle bir izlenim vermemektedir.


[1] Ümit Hassan & Turan Dursunİbn Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü , Kaynak Yayınları, 2009, s.79

[2] Elbette ABD’nin, bu değerlere ne kadar sadık olduğu herkesin malumu ancak benim kastım uluslararası politikada kullanılan dil ve meşruiyet aracı olarak bu değerlerin ABD için taşıdığı anlamdır. Örneğin: İnsan haklarını korumak adına bir ülkeyi işgal etmek gibi.

[4] Atilla Sandıklı: Geleceğin Süper Gücü Çin, Bilge Strateji, güz 2009, s.61

 

Türkiye’de Muhafazakar Siyaset

Muhafazakarlık, başta liberalizm olmak üzere; 19. yüzyılın önemli ve belirleyici ideolojileri ile tartışmalar içinde şekillenmiş, liberalizmin alternatifi olarak düşünülmüştür. Muhafazakarlık liberal ve sosyalistlerin dünyayı değiştirme çabalarına karşı savunmacı bir harekettir.[1]

Türkiye’de ise muhafazakarlığın seyri benzer bir tavır göstermekle beraber çeşitli farklılıklar da içermektedir. Muhafazakarlığın ilk temsilcilerinden olan Edmund Burke, nasıl ki Fransız Devrimi aleyhtarı bir tutum takınmışsa, Türkiye’deki muhafazakarlar da kendilerini Kemalist Devrim’e ve onun modernleştirme projesine karşı konumlandırmışlardır.

Ancak şunu söylemek gerekir ki muhafazakarların kendilerini bu şekilde konumlandırmaları onların devrimi reddiyesi anlamına gelmez. Zira muhafazakarlığın ve muhafazakarların karşı oldukları şey modernleşme değil, bu modernleşmenin ortaya çıkış şekli ve seyridir. Dolayısıyla muhafazakarlar açısından karşı olunan şey modernleşmenin radikalizmidir, jakoben yanıdır.

Yıllarca Kemalist Devrim’in karşısında duran ya da daha doğru ifadeyle onun yanında yer almayan muhafazakar siyaset tarzı asla değişimin karşısında durmamıştır. Hatta kimi zaman değişimin karşısında duranların yanlış yolda olduğunu düşünmüştür. Onların öne sürdüğü şey bu değişimin tedrici olması gerektiğidir. Yani aslında devrimci değil de evrimci bir değişim, ilerleme ve modernleşme taraftarıdırlar.

Ancak değişen zaman ve koşullar muhafazakarlarda ve dolayısıyla muhafazakar siyasette de değişikliğe neden olmuştur. Özellikle Demokrat Partinin kurulması ve akabinde bu partinin  iktidara gelmesiyle daha fazla yaşam-siyaset alanı bulan muhafazakarlık bunu kendince iyi değerlendirmiş denebilir. Zira bu dönemden sonra, Türk toplumununda sosyo-politik bir gerçekliği olan muhafazakarlık, oldukça revaçta olmuştur. Örneğin A. Menderes’in seçim mitinglerine Said-i Nursi’yi de götürmesi buna işaret eden bir şeydir diye düşünüyorum.

1960 ihtilali sonucunda yapılan 1961 anayasasının yarattığı özgürlük ortamı ve aynı dönemde yaşanmakta olan Soğuk Savaş, muhafazakar siyaset üzerinde de oldukça etkili olmuştur. Nitekim daha önce savunmacı bir tutum sahibi olan muhafazakar siyaset; bundan sonra tepkisel bir hal alacaktır.

Anayasanın getirdiği özgürlük ortamı ve dönemin dünya konjoktürü sol hareketler üzerinde oldukça olumlu etki yaratmıştır. Bu hükümetler nazarında dikkate alınması gereken bir unsur olarak görülmüştür. Dolayısıyla Soğuk Savaş boyunca birincil tehlike olarak komünizmi gören Türk hükümetleri, buna karşı çeşitli hareketleri ve oluşumları kullanmaktan geri kalmamıştır.

İşte muhafazakarlığın değişen yapısı burada karşımıza çıkmaktadır. Savunmacı kimliğinden reaksiyoner bir kimliğe bürünmüştür muhafazakarlık. Aslında kendisiyle çelişir bir duruma gelmiştir. Çünkü reaksiyon gösterdiği şey, kendisinin de tepki koyduğu şeydir aslında.

Şunu demek istiyorum, muhafazakarlığın yıllarca tepki koyduğu, şikayet ettiği ve değiştirmeyi istediği sistemi, anılan dönemde değiştirmek isteyenlerin bir başka kesimi de  solculardır. Dolayısıyla muhafazakarlık bu harekete reaksiyon göstererek aslında kendi geçmişi ve duruşuyla çelişki göstermektedir.

Muhafazakarlığın bu reaksiyoner hale gelmesi kendiliğinde oluşmuş bir şey de değildir. Dönem içinde “anti-komünizm” ortak paydası altında milliyetçilikle birlikte hareket eden muhafazakarlık, reaksiyoner olma özelliğini büyük ölçüde buna borçludur. Nitekim hem milliyetçiler içindeki Kemalist damar hem de milliyetçilerin kendilerini devletin sahibi olarak görmeleri ve belirli kademelerde yer almaları onları komünizm ile mücadelede birincil aktör, muhafazakarları da onların birincil ortağı yapmıştır. Bunun yanı sıra dinin toplum nazarındaki öneminin de farkında olan devlet yönetimi de muhafazakarlığı kullanarak komünizm tehlikesini bertaraf etmeyi denemiştir ve kendince başarılı da olmuştur.

Savunmada kalan bir anlayışın daha sonra savunmayı bırakıp tepkisel, saldırgan bir hal alması aslında onun doktrinel bir bütünlük taşımadığının da göstergesidir. Nitekim şunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır ki muhafazakarlık ve muhafazakar siyaset komünizmle mücadelede devlet tarafında kullanılmıştır. Yıllarca devletin temel niteliklerinden şikayetçi olan bu harekete, devlet aygıtı yaptığı ideolojik yükleme sayesinde bir aidiyet duygusu aşılamış ve yıllarca eleştirdikleri aygıtın aslında kendilerinin olduğuna inandırmıştır. Dolayısıyla bu inanış “öteki”ye karşı bir tepki yaratmıştır. Yani aslında devlet aygıtı yıllarca muhafazakarlara yaptığını, onlara gösterdiği reaksiyonerliği, onlardan da göstermesini istemiştir ve bunu başarmıştır.

Daha sonrasında yaşanan 1980 darbesi ise muhafazakarlar açısında uzun vadede oldukça olumlu sonuçlar doğurmuştur. Keza bu tarihten sonra politika arenasında sürekli etkisini artırarak ilerleyen muhafazakar siyaset, Erbakan liderliğinde devlet yönetimine gelmeyi de başarmıştır. Ancak Erbakan’ın ve partisinin muhafazakarlık anlayışının “müesses nizam” içinde barınamayacak nitelikler taşıması onun bir değişim yaşamasını gerektiriyordu ki bu değişim de 28 şubat 1997’de yaşanmıştır. Zira yıllarca devlet aygıtı tarafından komünizmle mücadelede ortak olarak seçilen reaksiyoner muhafazakarlık şimdi iktidar olmuştu ve bu istenen bir şey değildi. Bu yüzden bu hareketin müesses nizamla barışık hale getirilmesi gerekiyordu ve bu yapıldı. 1997’deki moda deyimiyle “postmodern darbe” sonucunda reaksiyoner muhafazakarlık mass edilmiş ve düzenle barışık hale getirilmiştir. Örneği ise şüphesiz AKP’dir.[2]


[1] E. Zeynep Güler: Muhafazakarlık: Kadim Geleneğin Savunusundan Faydacılığa, s.120

[2] Siyasal İslam’ın nasıl muhafazakar hale gelip, devletle bütünleştiğini anlamak adına, Cihan Tuğal’ın “Pasif Devrim: İslami Siyasetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabı eşsizdir.

 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 26, 2012 in boş işler

 

İsrail-Filistin: Ateşkes, Kazananlar, Kaybedenler!

 

 

 

 

 

 

Akademik hayatını Batı’da sürdürüp, Ortadoğu’yla ilgilenen yazarlar/akademisyenler arasındaki en çetin tartışmalardan biri, mekanla alakalıdır. Yani kimi yazarlar Ortadoğu’da yaşamadan, o bölgeyi tanımadan, o coğrafya ile ilgili yazanların yazdıklarını, samimi ve objektif bulmazlar ve “öncelikle o coğrafyayı ve orda yaşayan halkı tanıyın” minvalinde eleştirilerde bulunurlar. Bu eleştirileri yapanları başında hepimizin yakından tanıdığı E. Said gelir. Said’in eleştirilerinden en fazla nasibini alan isim ise yine onun kadar tanıdık olan B. Lewis’dir.

Bu tartışmayı bir belirttikten sonra Lewis’e atıf yaparak devam edelim. Lewis; “Ortadoğu” isimli kitabının giriş kısmında, Ortadoğu’da bir mekan veya kahvehane tasviri yapar. Bu tasvirini şu cümleyle destekler: “Ortadoğu’da zaman çok yavaş akar…”[1]

Lewis’in bu sözle ne demek istediği bir yana, biz sosyal bilimlerin interdisipliner özelliğinden yararlanarak bu sözü kendimizce yorumlayalım. Evet, Ortadoğu’da zaman çok yavaş akar, buna bağlı olarak da değişim, çok zor ve ağırdan ilerler. Her ne kadar “Arap Baharı” denen süreçte bazı değişimlerin hızlandığı tezi savunulsa da, bu tezin doğruluğunu test etme şansımız şu an yoktur. Çünkü “bahar” sonrasında Ortadoğu halklarını nasıl yönetimler bekliyor sorusunun cevabını şu an net veremiyoruz. Tersi yönden bakarsak zamanın çok yavaş aktığının ve bazı şeylerin değişmediğinin bir kanıtı vardır önümüzde: İsrail’in Filistin politikası.

Ortadoğu yine alışık olduğu, Filistinlerin çığlıklarıyla bölünen, bir sabaha uyandı. İsrail yine Filistin topraklarına, Gazze’ye saldırı düzenlemişti.  Bu saldırının sonuçları sanırım herkesçe malum o yüzden bilindik, beylik laflar etmek istemiyorum. Sadece, savaşın kazananın olmaz sözünü ve söz üzerinden gelebilecek olası eleştirileri de saklı tutarak, kim ne kazandı ne kaybetti gibi bir değerlendirme yapmak istiyorum.

İsrail’in saldırmasında bir tuhaflık yoktu. Çünkü İsrail bunu hep yapıyordu zaten, hele yakın zamanda bir ABD seçimi de olmuşsa bu saldırıların olma ihtimali daha da artmaktaydı. Çünkü İsrail bu saldırılarla bir anlamda tansiyon ölçüyor, kendisine gelebilecek tepkilerin yönünü ve sertliğini bu saldırılarla ölçme yöntemini benimsemiyor.

Yine böyle bir yöntem benimsenmiş ve B. Obama’nın ikinci döneminin hemen ertesinde, adeta Obama’ya -2008’de yaptığı gibi- “ben buradayım” mesajı sayılabilecek mahiyette bir saldırı gerçekleştirmiştir. Çünkü biliyoruz ki Obama’nın, seçim döneminde İsrail ve ABD’deki Yahudi lobisi ile arası pek iyi olmamış, bu lobiler büyük çoğunlukla cumhuriyetçi Romney’i desteklemiştir. Hatta ülkemizde ve uluslararası camiada kimi isimler bu süreçten sonra Obama’nın artık İsrail’e ve lobilere karşı daha sert/eleştirel olabileceğini söylemişlerdir. Oysa ben seçimlere dair yazdığım yazıda, bu beklentilerin adeta hayal olduğunu ve İsrail- Filistin meselesi konusunda ABD’den bir adım beklemenin yersiz olacağını söylemiştim ki haklı çıktığımı belirtmem gerek. Zira Obama saldırı anında yaptığı açıklamada “İsrail’in meşru müdafa hakkını savunuyoruz” diyerek aslında geleneksel ABD-İsrail politikasını sürdürmekte olduğunu göstermiştir.

Saldırıda bir tuhaflık olmadığın söyledik ancak tuhaflık olan bir konu var ki o da saldırının süresiyle alakalıdır. Çünkü bu saldırı diğerlerine nazaran kısa sürmüş ve ateşkes daha erken sağlanmıştır. Üstelik yine şaşırtıcı bir şekilde ateşkes Filistin’de zafer edasıyla kutlanırken, İsrail tarafında bir suskunluk söz konusudur. Acaba neden?

Neden sorusunun cevabı bizi birçok ülkeyle ilgili sözler söylemeye mecbur bırakmaktadır. Ne demek istediğimi anlatabilmek adına, Ş. Elekdağ’dan biraz alıntı yaparsak:

“2008 yılında Gazze’den İsrail’e toplam 800 füze gönderilmiştir. Üstelik bu uzun bir zaman diliminde olmuştur yani saldırı süresi uzun olduğu için, Gazze’den uzunca zaman füze atılmış ve ancak 800 sayısına ulaşılmıştır. Oysa son saldırı diğerine nazaran kısa olmasına rağmen 1500’den fazla füze gönderilmiş, bunların 350 kadarı İsrail’in meskun mahallerine yönelik olmuş ve İsrail bunlardan %88’ini havada patlatmayı başarmıştır.”[2]

Gazze’den İsrail’e gönderilen füzelere “Fecr-5” adı verilmektedir. Bu füzelerin patenti İran’a aittir. Hatta İran daha sonra yaptığı açıklamada füzelerin üretim teknolojisini artık Filistin’e de verdiğini de belirtmiştir.[3] Bu bilgiyi aklımızda tutarak devam edelim.

Ateşkesin sağlanmasının sebebiyle ön plana çıkan diğer ülkeler de tabi ki İsrail’in sadık müttefiki olarak ABD’dir. Bir diğer aktörümüz ise yeni başkanıyla, Mursi’yle, Mısır. ABD’nin süreçte adının anılması ve ön plana çıkması sanırım açıklanma ihtiyacı gerektirmeyecek kadar nettir. Asıl ilginç olan ise, tüm sert söylemlerin Türkiye’den gelmesine rağmen, sürecin etkili aktörünün Mısır olmasıdır.

Tüm bu verilerden sonra toparlamaya çalışırsak.

1-İsrail bu saldırılarda 135 Filistinlinin hayatına sebep olurken ölen İsrailli sayısı 15’dir. Yani kıyaslanmayacak derece orantısız. Buna rağmen İsrail ateşkes sürecine bu kadar çabuk yanaşmasının sebebi sanıyorum bu füzelerin miktarıyla ve kamuoyundan gelebilecek tepkiyle alakalıdır. Çünkü bu füzelerin İran menşeli olması, füze sayısının yüksek olabileceğine işarettir. Hal böyle olunca İsrail’in daha fazla kayıp vermesi ve bu kayıplar sonunda hükümetin bir “meşruiyet sorunu” yaşaması muhtemeldir.

2-Biliriz ki Ortadoğu’da bir devletin, uluslararası politikada, bölgesel güç olma isteği varsa bunun için izleyebileceği yol iki türdür: ya batı karşıtı, Ortadoğu’lu bir devlet olmak ya da bölge ile batı arasında iletişimi sağlayan bir aracı olmak. Türkiye dönem dönem bu rolleri oynamıştır. Örneğin BM’de nükleer enerji konusunda İran’ın safında yer alarak 1. kritere uygun davranmıştır. Türkiye’nin genel Ortadoğu politikası ise 2. kritere göre davranmaktır. Belki biraz erken olacak ama görünen o ki Türkiye bu iki rolü çaldırmıştır. Artık batı alternatifi güç olma inisiyatifi İran’a, iletişimi sağlayan, aracı olma inisiyatifi ise Mısır’a kaptırılmıştır. Zira ateşkes sonrası Filistin başbakanı Haniye, Mısır ve özellikle de İran’a teşekkür etmiştir. Dolayısıyla yıldızı parlayan ülkeler olarak bu iki ülkeyi saymak mümkündür.

3-Gazze’den fırlatılan füzeler sonrası ateşkesin sağlanması iki açıdan önemlidir. Birincisi bu durumun Filistin halkı üzerinde yapacağı olumlu psikolojik etkidir. Zira yıllardır İsrail ne zaman isterse o zaman ateşkes sağlanmaktaydı –ki yine öyle oldu ama bu kez İsrail buna zorlandı- ancak bu sefer İsrail gönülsüzce bunu yapmak zorunda kaldı. Dolayısıyla bu durum Filistinlilerce zafer olarak algılandı, zaten ateşkes sonrası sokaklardaki görüntüler de bizi doğrular niteliktedir. İkinci husus ise, çok üstün bir teknoloji olmayan Fecr-5 füzelerinin İsrail üzerinde bu etkiyi yapmasının İran’a sağladığı psikolojik üstünlüktür. Çünkü füzelerin patentine sahip olan İran, İsrail ve ABD’nin hedef tahtasına koyduğu bir ülke olarak, elindeki teknolojiyi göstermek adına bir şans yakalamış ve bunu iyi kullanmıştır. Burdan hareketle -zaten pek mümkün olduğunu düşünmediğim-, İran’a olası saldırının gerçekleşme şansının da,  daha da azaldığını belirtmek gerek.

Sonuç olarak ilk defa bir saldırıdan sonra psikolojik üstünlük Filistin’e geçmiş görünmektedir. Hatta Haniye “Gazze’ye saldırı düşüncesi sona ermiştir ve Allah’ın yardımıyla bir daha gerçekleşmeyecektir”[4] diyecek kadar kendinden emin görünmektedir. Mazlum bir halkın tüm can kayıplarına rağmen bu psikolojik üstünlüğü ele geçirmesi önemlidir. Önemli olan bir şey daha var ki o da İran patentli, Filistin merkezli Fecr-5 füzeleri karşısında bu geri adımı atan İsrail, bunlardan çok daha büyük teknolojiye sahip olan İran’a karşı bundan sonra ne yapabilir sorusudur!

Cengiz GÜNAY


[1] B. Lewis: Ortadoğu, Arkadaş, 1995

[2] Ş Elekdağ bu rakamları, 23-11-2012 tarihinde katıldığı İskele Sancak programında açıklamıştır. Tv programından hareketle derlediğim bu bilgilerde çok az da olsa hata payım olabilir, hatalar bana aittir.

 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 25, 2012 in boş işler, Ortadoğu

 

Miadını Doldurmuş Bir Maoist İttifak

Düşmanımın Düşmanı Dostumdur’dan Her Devrim Önce Kendi Çocuklarını Yer’e

Daha önce farklı vesilelerle, farklı başlıklar altında, bu sayfada muhafazakarlığa ilişkin yazılar yazmıştım.[1] Bu yazılarda daha çok muhafazakarlığın bugününü yazmış ve dilim döndüğünce eleştiriler yapmaya çalışmıştım . Ancak bu yazımda ilk daha ilginç bir şey denemeyi düşünüyorum ki o da -ilk bakışta pek mantıklı gelmese de- , muhafazakar – liberal ittifakının nedenleri ve mevcut durumu. Ama bunu yaparken ünlü devrimci Mao’ya ait bir kavram kullanmaya çalışacağım.

Mao’nun Çelişkiler Tipolojisi:

Çelişkiler Tipolojisi

Mao: Çelişkiler Tipolojisi (şema’nın orjinali;The Culture of National Security: Norms and Identity in World Politics, by Peter J. Katzenstein, içinde; Cultural Realism and Strategy in Maoist China adlı makale, 186)

Yandaki şema(kendim yapmak zorunda kaldım,hataları affedin), Ekim 1949’da milliyetçi Çan Kay Şek iktidarını yıkarak yerine Çin Halk cumhuriyetini kuran ünlü devrimci Mao’ya ait. Mao’nun bu şeması, görüldüğü üzere dört bölümden oluşur. Bu bölümlerin her birinde bir düşman tipolojisi vardır. Yani dört farklı düşman tipolojisi. Buradan hareketle devletin veya ÇKP’nin[2]  düşmanları tanımlanır ve devletin veya partinin bu düşmanlara yönelik izlemesi gereken politika belirlenir. Bu şemayı biraz daha açarsak…

Mao’nun tipolojisinde 1. ve 2. sırayı alan düşmanlar görüldüğü gibi “antagonistik” yani konumuz itibariyle “sıfır toplamlı” diyebileceğimiz şekilde tanımlanmıştır. Buna göre bu iki düşman tipinden 1. olanı en dikkate alınması gereken tiptir. Bu yok edilmeli, bunun için tek yol olarak şiddet kullanılmalıdır. Çünkü bu düşman tipolojisiyle uzlaşmak veya müzakere etmek imkansızdır. Dolayısıyla “ya ben ya o” mantığı egemendir ve bu egemenlik altında ikisinden birinin yok olması gerekir. Keza 2. tipoloji için de aynı şey geçerlidir. Ancak bir farkla, o da şudur ki eğer 1. tipoloji yok edilirse bu tipolojiyle sıra gelir. Bu tipolojiye sıra gelmediği takdirde; 1. tipolojiye karşı bununla işbirliği yapma yoluna gidilebilir. Ancak aslolan şudur ki bu iki tipoloji de asli düşmandır ve Mao açısından “ben var isem onlar olmayacaktır” niteliğindedir.

3. ve 4. Tipolojiler ise biraz daha az tehdit barındıran; tabir-i caizse “kalbur üstü olmayan” düşmanlardır. O yüzdendir ki bunlara “Nonantagonistik” yani katlanılabilir denmiştir. Buna göre 3. tipoloji “ortadan kaldırılması gerekmeyen, zamanla politik ve eğitsel yüklemeler sayesinde dönüştürülebilecek düşman tipidir”.  Dolayısıyla bu tipoloji devlet için asli tehdit unsuru değildir. Keza 4. tipoloji de benzer şekilde devlet için asli düşman değildir. Tam tersi bu tipoloji ile birlikte yaşamak mümkündür, en az tehdit unsurunu bunlar barındırır.

Görüldüğü üzere bu dört çelişik tipolojide bir sıralama ve bu sıralama sonucunda ortaya çıkan kademeli bir tehdit algısı oluşmaktadır. Bu tehdit algısı ve bu algının kapasitesi devleti (ya da komünist partiyi) düşmanları arasında bir seçim yapmaya iter. Bu seçimin ne olacağına ilişkin cevap ise hangi tehdidin hangi kategoriye girdiğine bağlıdır. Buna göre devlet asli düşmanına karşı daha az tehdit barındıran düşmanıyla kısa süreli ittifaklar yapabilir. Bu ittifak sonrasında saflar tekrar belirlenir ve ittifak edilen düşmanın hangi kategoride olduğuna bağlı olarak ya onunla da mücadele edilir ya da barınmasına izin verilir.

Türkiye Örneği: Liberal- Muhafazakar İttifakı

Daha önce muhafazakarlığın dünya ve birey algılamasına ilişkin burada yazdıklarım mevcut olduğu için bu konuya tekrar girmeyi düşünmüyorum. Ancak elimizde kısa bir tanım olması açısından şunu söylemek mümkündür ki; muhafazakarlık için aslolan özgür birey değil, ailedir. Zira özgür birey kendi başına hareket eder ve dolayısıyla hata yapmaya meyillidir. Buna mukabil aile toplumun temel yapı taşıdır ve korunması gereken asli unsurdur.

Liberalizm ise fikriyatının temeline özgür bireyi alır. Temel felsefesi adından da anlaşılabileceği üzere özgürlük olan liberalizm; bu amaçla devletin olabildiğince günlük hayatın dışına itilmesini ve sadece halk için adalet ve güvenlik sağlamasını salık verir. Geri kalan her şey bireye bırakılmalı ve birey bu alanda olabildiğince özgür olmalıdır. Buna ekonomi, düşünce, seyahat ve bunun gibi birçok günlük hayat aktivitesi eklenebilir.

Yukarıdaki kısacık iki tanımlamadan da anlaşılabileceği üzere liberalizm ve muhafazakarlık birbiriyle pek de anlaşabilir tutumlar/ideolojiler olarak görünmemektedir (ekonomi anlayışları hariç). Ancak Türkiye’de sıradışı bir durum yaşanmış, liberaller ve muhafazakarlar kendini açıktan muhafazakar olarak ifade eden Akp’ye destek vermek konusunda ittifak kurmuşlarıdır.

Peki ne oldu da bu iki unsur ittifak kurabildi. Çünkü biliyoruz ki Akp’nin ekonomi politikaları dışında liberalleri cezbedecek bir ideolojik formasyonu yoktur. Bu farka rağmen ittifak kurulmuştur. Hatta bu  öyle bir ittifak ki liberalizmin derneğini kuran isim, Atilla Yayla, muhafazakarlığın amiral gazetesi Zaman’da köşe yazarlığı yapmıştır. Bu öyle bir ittifak ki “birey, birey, birey” diyen Ahmet Altan; kendini açıkça muhafazakar olarak tanımlayan Akp’ye açık destek vermiştir.

İşte bu sorunsalı cevaplandırmak için “çelişkiler tipolojisi” bize önemli bir yardım sağlamaktadır. Çünkü; kendi jargonlarıyla konuşursak, hem liberalizm hem de muhafazakarlık Türkiye’de aynı “asli düşmana” sahiptir. O da kendi deyimleriyle “1. Cumhuriyettir”. Her iki grup da 1. cumhuriyetin “tepeden inme, halkı hesaba katmadan, halka rağmen, jakoben davranışlarla” kurulduğunu iddia eder ve bunun yanlış olduğunu öne sürer. Bu yaklaşım onlara asgari müşterek noktası ve mevcut sisteme veya cumhuriyete karşı birlikte hareket etmek için bir neden sunar. Tıpkı 1. ve 2. tipoloji ilişkisi gibi.

Bu iki fikriyat temelde bu ortak nokta üzerinden 1. cumhuriyete karşı bir ittifak gerçekleştirmiş ve bu sayede muhafazakarlar Akp’nin iktidarına giden yolda liberallerin desteğini almayı başarmışlardır. Ancak tipolojiler ve elbette güncel siyaset bize gösteriyor ki bu ittifak pek uzun süreli olamaz.

Nitekim öyle de olmuş ve Akp iktidarının “ustalık döneminde” liberaller ve muhafazakarlar arasına kara kedi girmiştir. İttifak döneminde; Altan biraderler, D. Ergil, A. İnsel ve elbette “yetmez ama evet” bloğu vsr. gibi önemli liberal kesimin desteğini alan Akp, şimdilerde bu desteği kaybetmiş görünmektedir. Aslında buna kaybetmek te denemez. Zira bu desteğe artık ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü birbirlerini 2. tipolojideki düşman tanımlamasıyla eşleştiren bu iki fikriyat, 1. Tipolojiye karşı gereken ittifakı yapmış ve o ortadan kalkınca da ittifak nedensiz kalmıştır. Hal böyleyken iki tarafın da birbirlerine olan tavırları değişmiştir ve elbette burada zayıf olan taraf liberalizmdir.

Cengiz Günay

 
Yorum yapın

Yazan: Ekim 19, 2012 in boş işler

 

Ne Bekliyorduk? Niye Şaşırdık?

Akp’den Ne Bekliyoruz?

3 kasım 2002’den beri ülkeyi yöneten ve istisnasız girdiği her seçimde milletvekili kaybetse bile oyunu artıran Adalet Ve Kalkınma Partisi yakın dönemde (30 Eylül) 4. olağan kongresini gerçekleştirdi. Her ne kadar partinin karar mekanizmalarında bazı isim değişiklikleri göze çarpsa da başbakan Erdoğan partideki “tek adamlık” rütbesini korudu ve belki daha da güçlendirdi. Dolayısıyla bu yönüyle kimseyi şaşırtan bir sonuca imza atılmadı.

Uzunca zamandır Türkiye’nin kaderine tek söz sahibi olan bu parti hayli zaman daha böyle devam edecek görünmektedir. Zira tüm kamuoyu yoklamaları böyle bir sonuca işaret etmektedir ki zaten bu sonucu tahmin etmek için sokağa çıkmak bile yeterlidir. Fakat asıl sorun kendini bizzat genel başkan ağzından “muhafazakar demokrat” olarak tanıtan bu partinin icraatları ve ona muhalif olan kesimin ondan beklentilerini analiz etmektedir. Zira Akp hemen her icraatında birçok kesimden ciddi eleştiriler almaktadır ki bunları çoğu “Kemalist ulusalcılar” ve “sol” kesimden yönelmektedir. (Elbette farklı kesimlerden de etkili muhalefet gelmektedir –özellikle ittifakları bozulan liberallerden- ancak bu iki kesimin belirgin olduğunu düşündüğüm için vurguladım).

Bu eleştiriler elbette –haklı, haksız- demokrasinin bir gereğidir. Ancak benim burada dikkat çekmek istediğim şey muhalefete sinmiş olan “şaşkınlık” halidir. Evet şaşkınlık! Çünkü muhalefet Akp’nin kendi varoluş sebebinden (raison d’être)  kaynaklanan politikalarının karşısında bile şaşırmış görünmektedir. Oysa bu politikalar eleştirilmeli, bunlara “karşı durulmalı” belki ancak bu politikaların Akp’nin kendi varoluş sebebi olduğu unutulmamalı. O halde Akp nedir, ondan ne beklemeliyiz veya beklememeliyiz gibi soruların da yanıtlanmaya ihtiyaç duyduğu bir gerçektir.

Kendi Sebebinden Şikayetçi  Bir Sonuç: Muhafazakarlık!

Öncelikle adı her ne kadar muhafazakar olsa da muhafazakarlığın modern bir ideoloji olduğunu bilmek gerekir. Çünkü muhafazakarlığın varoluş sebebidir modernizm. Muhafazakrlık modernizmin birey ve toplum üzerindeki etkilerine tepki olarak doğmuştur dolayısıyla modern zamanlarda doğmuş olması itibariyle modern bir akımdır.

Sanırım muhafazakarlık denince akla gelen ilk iki isim ünlü Fransız düşünür; Alexis de Tocqueville ve İrlandalı siyaset adamı Edmun Burke’dür. İki ismin muhafazakar olmasının yanında bir diğer ortak noktaları da “Fransız Devrimi”ne ilişkin fikirleridir. Tocqueville “Eski Rejim Ve Devrim”, Burke ise “Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler” adlı kitaplarını tamamen Fransız Devrim’i üzerine düşünmeye ve devrimi eleştirmeye adamışlardır.

İki isim Fransız Devrimi’ni eleştirirken temel argümanları “toplumsal hayatın akışının dışardan müdahale ile değiştirilemeyeceği” idi. Nitekim Burke Fransız devrimi için “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir” demekten geri durmayacaktır. Keza Tocqueville de devrimi eleştirirken zaten var olan toplumsal düzenin köhnediğini, yerini yenisine bırakacağını belirtip, devrimin bu sürece müdahil olarak her şeye radikal biçimde değiştirdiğini ve doğal akışı bozduğunu belirtirek bir “eskiye dönüş” güzellemesi yapar.

Temel olarak buradan beslenen muhafazakarlık daha sonrasında gerek sosyal ve politik hayat gerekse eğitim hayatı gibi çok geniş alanlarda fikirlerini sunarak etkili bir düşünce akımı haline gelmiştir.

Dediğimiz gibi muhafazakarlık daha sonra farklı alanlarda da  fikirler üreterek,birçok farklı alanda varlığını kanıtlamış ve pekiştirmiştir. Ancak tabi ki zaman değişirken muhafazakar anlayışın da değişmesi bir zorunluluktu. Nitekim öyle de oldu. Habermas’ın deyimiyle; “eski muhafazakarlık modernite öncesi döneme dönmeyi arzularken, yeni muhafazakarlık modernizmin ekonomik ve teknik ilerlemesinin hakkını verip kabullenirken modernizmin kültürel ve sosyal alanda getirdiği değişime karşıdır.”

Peki değişim derken neyi kast ediyoruz? Şüphesiz burada ilk sıraya bireyi ve dolayısıyla aileyi koymak gerekir. Modernizmle beraber bireyin hayatında meydana gelen “özgürleşme” muhafazakarlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Çünkü onlar insanın fıtratı gereği bir yol göstericiye ihtiyacı olduğunu düşünerek, insanların bağımsız bireyler haline gelmesi halinde hatalı kararlar vereceklerini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla bağımsız birey tehlikelidir. Bunun yerine yapılması gereken şey “aile”yi korumaktır. Zira toplumun temel yapı taşı olan bu kurumun korunması hem bireyin hem de toplumun yararınadır. Bunu yapmanın yolu da “namuslu ve hamarat” bir ev kadınına bağlıdır. Yani ailenin bir arada tutulması, mutluluğunun sağlanması, iyi bir anne ve iyi bir aşçı olan namuslu bir kadına bağlıdır.

Modernizme yöneltilen bir başka eleştiri de onun rasyonelliğe –pozitivizme- verdiği önemle alakalıdır. Nitekim bilimsel ilerlemeyi baz alan modernizmin aklı savunması, muhafazakarlık tarafından “kısmen” tepkiyle karşılanmıştır. Zira tahmin edilebileceği üzere muhafazakarların dine olan hassasiyetleri nedeniyle, bilimin ve aklın her türlü soruya cevap vereceği fikrine olduğu gibi inanmaları beklenemez. Aslında muhafazakar düşünce bilim karşıtı değildir. Savundukları şey bilim ile dinin uzlaşabileceğidir. Bilimin henüz cevap veremediği sorulara dini bir bakış açısıyla cevap aramaya çalışırlar.

Ülkemiz’de…

Türkiye’deki durum da farklı değildir. Nitekim Hakan Yılmaz da 2006 yaptığı araştırmada “Kurtlar Vadisi, Çuval Olayı, Orhan Pamuk Vakası” gibi olaylar gündemdeyken bile milli ve devletçi bir hassasiyet yerine ailevi ve dini hassasiyetlerin ön planda olduğunu göstermiştir. Ayrıca aynı araştırmada en fazla değişmesi istenen şeyin ekonomik yapı olduğunu görüyoruz. Keza bu istek nedeniyledir ki AB’ye çok yüksek bir destek vardır. İnsanlar AB’ye üyelik sayesinde ekonomik yapının değişeceğini düşünmektedir. Bunun yanında cinselliğe ilişkin cevaplar da, bu konuya oldukça çekinceli yaklaşıldığını göstermektedir. Son olarak ilgili araştırmada AKP seçmeninin Türkiye ortalamasının üzerinde bir muhafazakar anlayışa sahip olduğuna dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla görüldüğü üzere Türkiye’deki muhafazakarlık da diğer örneklerinden pek farklı seyir izlememiştir.

Muhafazakarlığın gelişimi böyle, Türkiye’de yapılan araştırmanın sonuçları da bu şekildeyken araştırmanın üzerinden 6, AKP iktidarının üzerinden 10 yıl geçmiştir. Şöyle baktığımız zaman iktidarın icraatlarından en fazla etki yaratanların; özelleştirme, türban (başörtüsü) serbestliği, katsayı meselesi, imam hatip, 4+4+4 sistemi, kürtaj yasası, referandum ve getirdiği sendikal sonuçlar diye sıralamak mümkün sanrım.

Sahi Niye Şaşırıyoruz?

Muhafazakarlığın teorisyenlerinden birinin E. Burke olduğunu belirtmiştim. Belirtmediğim bir şey var ki o da Burke’ün sıkı bir Adam Smith hayranı olduğu ekonomik sistem konusunda tamamen Smith gibi düşündüğü. Sanırım bunu belirttikten sonra Akp’nin özelleştirme politikasına ağırlık vermesinde şaşılacak bir durum olmadığı daha açık görülmüştür. Keza sendikal haklar konusunda da aynı şey söylenebilir. Bunun yanında imam hatipler, 4+4+4, türban gibi konuları dini hassasiyetle, kürtaj meselesini de aileye verilen önemle açıklamak sanırım mümkündür. Yani aslında Akp yapması gerekeni yapmaktadır.

Yapması gereken şeyleri yapan Akp’nin bu icraatlarının muhalefet üzerinde yarattığı şaşkınlıktır ilginç olan. Neden şaşırıyoruz ki? Ekonomi konusunda Smith’i destekleyen bir akımdan kamusal yatırımlar beklemeye hakkımız var mı?  Dini hassasiyeti üst düzeyde olan  bu fikriyatın eğitimle ilgili anılan faaliyetleri yapmasına hatta “Evrim” konusunu kitaplardan çıkarmasına şaşırmaya?

Not: Muhalefetin eylemselliğine asla lafım yoktur, keza kürtaj yasasının geri çekilmesi bu eylemler neticesindedir. Ben sadece insanlara sinen şaşkınlık hissinin anlamsızlığını belirtmeye çalıştım!

Not2: Bu yazının bittiği sıralarda Hakan Yılmaz “Türkiye’de Muhafazakarlık” isimli son araştırmasının sonuçlarını açıklıyordu ki 2006’den beri pek birşey değişmemiştir sonuçlarda. Sonuçların görülebileceği linki daha sonra bulunca paylaşmaya çalışacağım.

 

Etiketler: , ,

Uluslararası İlişkilerde “Eşitizlik” Anlayışları: Üç Örnek

Uluslar arası ilişkiler de temel terimlerden biri olan ‘güç’ her yaklaşım tarafından kabul edilmekle beraber içeriği değişik şekilde yorumlanmıştır. Kimi yaklaşımlar bu gücü bir sınıfla özdeşleştirirken kimi cinsiyetle kimi ise ırk veya milliyetle özdeşleştirmiştir. Dolayısıyla uluslar arası ilişkilerde güç olgusunun bu kadar ön planda olmasının bir eşitsizlik yaratacağı aşikardır. Güçlü sınıf güçsüz sınıfın, güçlü milliyet ise güçsüz milliyetin üzerinde bir tahakküm oluşturacaktır. Her ne kadar  bunun önüne geçmek için ‘uluslar arası hukuk’ diye bir kavram icat edilmişse de bu hukukun da güçlüler hukuku olduğu çoğu analist tarafından dile getirilen bir şeydir. Dolayısıyla uluslar arası ilişkilerdeki bu eşitsizlik giderilmiş değildir ve incelenmeye değerdir.

MARKSİM: SINIFSAL ELEŞTİRİ

Marksizm denince herksin aklında ilk çağrışım yapan şeyin sınıf çatışması olduğuna sanırım şüphe yoktur. Fakat sınıf kavramı Marksizm’e mal edilmesine karşın Marksizm’e ait bir kavram değildir. Yunanlılar zamanından beri biliniyordu ve Fransız devriminden sonra yazılan eserlerde yeniden ortaya çıktı. Marks’ın katkısı ise tarihin bir sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu öne sürmesidir.[1] Dolayısıyla Marksizm’in uluslararası ilişkilerdeki eşitsizlik anlayışı da sınıf temelli olacaktır.

Yaşadığımız dünyaya kapitalist dünya demek sanırım yerinde olacaktır. Hayatın her anında insanın tüm ilişkilerine sinmiş olan bu iktisadi ve politik sistem artık bir yaşam tarzı haline de gelmiştir. Bu yönüyle kapitalizmin uluslar arası ilişkilere de egemen olacağını görmek zor olmayacaktır. Çünkü uluslararası ilişkiler de iktisadi bir temele oturtulmuş ve devletlerin de temel hedefi kar maksimizasyonu haline gelmiştir. Peki bunun sonuçları ne olacaktır? Bu sorunun cevabına ilişkin her görüşün kendince söyleyecekleri vardır elbet, özellikle de Marksizm’in.

“kapitalizm, proleterin artık değerinde burjuvanın el koyduğu sistemdir. Bu proleter burjuvadan ayrı bir ülkede olduğu zaman, el koya sürecini etkileyen mekanizmalardan biri, devlet sınırlarından akışın kontrolünün yönlendirilmesidir. Bu merkez, yarı çevre-merkez, ve çevre-merkez kavramlarında özetlenen ‘eşitsiz gelişme’ şekillerine yol açar. Bu da elimize kapitalist dünya ekonomisindeki birçok sınıf çatışması biçiminin çözümlenmesine yardımcı olan zihinsel bir araç vermektedir.[2]

Yukarda Wallerstein tarafından çizilen çerçeve esasında Marksizm’in uluslararası ilişkilere bakışının temelini özetleyen bir çerçevedir. Çünkü özellikle 1980 sonrası Reaganizm ve Thatcherizm ile birlikte gelen özelleştirme furyası ve egemen olan neo-liberal anlayışa göre artık ekonomi ile devletin tamamen ayrılması yetmez, ekonominin devlete egemen olması gerekir. Dolayısıyla dünyanın bu iki dev ekonomisinde benimsenen anlayışın uluslar arası ilişkilere egemen olması da kaçınılmazdır. Bu egemenlik doğal olarak bir eşitsizlik yaratacaktır. Çünkü birilerinin daha zengin olması diğerlerinin daha fakir olmasına bağlıdır.

Günümüz dünyasında egemen olan emperyalizm anlayışı aslında sermayenin emperyalizmidir. Çünkü güçlünün ve dolayısıyla zenginin egemen olduğu uluslar arası sistem kendi aktörlerini yaratmıştır ki bunlar çok uluslu şirketlerdir (ÇUŞ). Günümüz uluslararası sisteminde etkili olan ÇUŞ’lar artık devletlerin dış politikasını da belirleyebilmektedir. Çünkü sonsuz sermaye birikimi ve bitmek tükenmek bilmeyen kar anlayışının egemen olduğu kapitalist sistemin genişlemeci mantığı bu durumu yaratmaktadır.[3] Dolayısıyla artık sermaye için doğru olan devletler içinde doğrudur anlayışının egemen olduğu bir uluslar arası sistemden bahsetmek mümkündür.[4]

Sermayenin bu yayılma anlayışı ve ihtiyacı, devletleri de bu yönde bir politikaya sevk etmektedir. Ancak devletler bunu yaparken elbette kendince bir sebep bulmakta oldukça kabiliyetlidir. Çünkü uluslararası bir meşruiyet adına devletlerin yaptıkları eylemleri haklı gösterecek bir takım argümanlara ihtiyaç duyduklarını biliyoruz. Bu argümanlardan biri ve günümüz itibarıyla en yaygın olanı ‘insani müdahale’ argümanıdır. Bu argüman sayesinde gerçekleştirilen askeri operasyonlar sayesinde istenilen amaçlara ulaşırlar ve üstelik kullandıkları diskur sayesinde hem meşru görülürler hem de prestijlerini artırırlar. Bu da karşımıza Gramsci’yen anlamda bir ‘hegemonya’ kavramı çıkarır.

Gramsci hegemonya kavramını devlet aygıtını ele geçirecek sınıfın, diğer sınıflar üzerindeki ‘zor ve rıza’ ya dayanan egemenliği şeklinde tanımlamıştı.[5] Kavramın uluslararası ilişkilere uygulanmış şekli ise yukarda bahsettiğimiz gibi devletin yaptığı eylemi meşru gösterebilme yetisiyle bağlantılıdır. Devlet kendini meşru gösterebildiği ölçüde hegemondur. Dolayısıyla bu örtülü olarak bir eşitsizliğe işarettir. Çünkü bu hegemonyanın sağlanması için kullanılan diskur hegemonya uygulanacak devletin buna ‘mecbur olduğu’ anlayışını egemen kılamaya yöneliktir. Çünkü egemen olanların kullandığı diskura göre ‘batı dışı dünya geleneği temsil ediyor, Avrupa ise ilerlemeyi, evrimi, modernliği’[6] dolayısıyla bu dünyayı dönüştürmek gerekir ve bu gereklilik özünde bir eşitsizlik anlayışını barındırır.

Bu hegemonya sağlama sürecinde kapitalizme alternatif olabilecek ülkeler “dönüştürülmesi gereken ülkeler” gibi lanse edilir. Özellikle neo-liberalizmin egemen doktrin haline gelmesinden sonra çeşitli uluslararası kuruluşlar bu “dönüştürülmesi gereken ülkeler” grubunun dünya sistemine dahil edilmesi amacıyla kullanılmıştır. IMF, Dünya Bankası, WTO gibi kuruluşlar sayesinde bu ülkelere verilen krediler de şart olarak öne sürülen şey kapitalist sisteme entegrasyon olmuştur.[7]

Dolayısıyla uluslar arası ilişkiler bir sınıfsal eşitsizlik arenasıdır. Çünkü bu ilişkiler sisteminden karlı çıkan yine zengin sınıflar olacaktır ki sistemin böyle olmasını onlar istemişlerdir. Sermayenin egemenliğinin yaşandığı uluslar arası ilişkiler düzleminde, doğal olarak faydalı çıkacak olan sermaye sınıfı olacaktır. Çünkü sisteme yön veren, ülkelerin dış politikasını belirleyen unsurlar onlardır. Zira emperyalizm hem biriken sermayenin eritileceği bir alan yaratmakta hem de sermaye sınıfının iç savaşını engellemektedir.[8]

POST KOLONYALİZM: MİLLİ BİR EŞİTZLİĞİN ELEŞTİRİSİ

20. yüzyılın son çeyreğine kadar götürebileceğimiz bir zaman dilimi Batı’nın; dünyanın geri kalanının hemen hemen tamamını sömürge haline getirdiği dönemdir. Bu dönem; doğunun ve Afrika’nın batı’yı beslediği dönemdir. Fakat daha sonraki dönemde bu ülkelerin çoğunun bağımsızlıklarını kazandıklarını görürüz. İkinci dünya savaşı sonrası oluşan ortam sömürgelerde bağımsızlık hareketlerinin egemen olduğu dönemdir.

Post kolonyalizm bu ortamın neticesinde gelişen bir akım olarak kendini gösterdi. Sömürülen ülkeler üzerinde duran bu akımın temsilcileri post kolonyal devletlerin yapısı ve geçmişiyle ilgilendiler. Çünkü post kolonyal dönem bir soğuk savaş dönemine denk gelmişti ve bu dönem içinde her devletin iki kutbun temsilcisi için bir önemi vardı diyebiliriz. Yeni bağımsızlıklarını kazanan bu devletlerin soğuk savaş döneminde bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.[9] Çünkü özellikle Bandung konferansıyla birlikte post kolonyal devletler kendi gelişimleri için dünyanın iki devi arasındaki çekişmeyi kullanmayı iyi bilmiştir.[10]

Uluslar arası ilişkilerde milli bir eşitsizliğin olduğunu savunan post kolonyalistler; batının bugünkü ihtişamını sömürgelere borçlu olduğunu söylerler. Sömürge olmaktan kurtulan bu ülkeler ise tam anlamıyla bağımsızlıklarına kavuşmuş mudur? Aslında bu soruya da olumlu cevap vermek pek mümkün görünmemektedir. Çünkü sömürge olmaktan kurtulan bu ülkeler daha sonra farklı yollardan bir şekilde sömürülmeye devam edecektir.

Kolonyalizm’in sadece milli bir eşitsizlik yaratmaktan öte ırksal bir eşitsizlik yarattığını da savunan Fanon’a göre sömürgelerde alt yapı aynı zamanda üst yapıdır, neden aynı zamanda sonuçtur. Yani beyaz iseniz zenginsinizdir, zengin iseniz beyaz.[11] Yani aslında kolonyalizm temelinde ırkçılık ta barındırır. Keza E. Said de konuyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmesinde şarkiyatçılığı tanımlarken “doğu ile batı arasında yapılan ontolojik ve epistemolojik ayrım” demektedir.[12] Yani Fanon kolonyalizmin daha ırksal yönünü değerlendirirken Said kültürel ve coğrafik bir ayrım ve aşağılama olduğunu savunur.

Sömürgelerin bağımsızlığına giden süreci incelediğimizde karşımıza bir şiddet vurgusu çıkar. Çünkü sömürgeciler tarafından kaile bile alınmayan bu ülkelerin insanları için aslında başka yol olduğunu söylemek zordur. Sömürgeciyle girişilecek her türlü münasebet, bağımsızlık mücadelesine vurulacak bir darbe olacaktır. Çünkü bu tür münasebetlerde sömürgeci oldukça iyidir ve kazanmayı bilir. Keza bilim, edebiyat, söylem batının şarkiyatçı emperyalist anlayışına hizmet etmektedir.[13] Dolayısıyla sömürgeden kurtulmak için şiddet asli bir unsur olarak göze çarpar. Hatta Fanon “sömürgeciyi yenmenin tek yolu; her yolu denemektir” diyerek yapılacak her türlü mücadele şeklinin mubah olduğunu salık vermiştir.[14]  Fakat asıl sorun sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandıklarından sonra karşımıza çıkmaktadır. Çünkü fiili sömürgeden kurtulmak tam anlamıyla bir bağımsızlık yaratır mı sorusu yanıtlanmaya muhtaçtır.

İlk bakışta “post kolonyalizm” kavramından “sömürgecilik sonrası dönem”in işaret edilmesi mantıklı görünmektedir. Ancak araştırınca bunun böyle olmadığı görülecektir. Kolonyalizm sonrası dönemin aslında yeni bağımlılık şekli ortaya çıkardığı görülüyor.[15] Çünkü bu ülkeler eski sömürge olmakla beraber yeni az gelişmiş ülkeler veya üçüncü dünya ülkeleridir. Özellikle soğuk savaş sonrası dönemde daha da açığa çıkmıştır ki aslında fiili olarak sömürgecilik sona erse bile iktisadi alanda devam etmektedir. Sömürgeden kurtulan bu ülkeler batının kapitalist pazarlarına ucuz hammadde ve ucuz işgücü sağlayan aktörlerden daha fazla bir şey olamamışlardır. Hatta bu ülkelerin tam olarak devlet olduklarına ilişkin tartışmalar devam ederken R. Jackson bu ülkeler ile ilgili “quasi state” sıfatını kullanarak bunların negatif anlamda bir bağımsızlık kazanmakla beraber pozitif bir bağımsızlık kazanıp tam olarak bir devlet haline gelemediklerini söyler.[16]

Bu bağımsızlık konusuna ilişkin olarak P. Chatterjee Gramsci’den aldığı “pasif devrim” kavramını kullanarak aslında bu ülkelerdeki hareketlerin birer pasif devrim olduğunu öne sürer.[17] Çünkü ona göre ülkeler ve özellikle halkları adına değişen pek bir şey yoktur. Çünkü sömürgecilik sonrası oluşan yeni toplumda da burjuvanın halk üzerinde bir sömürge uyguladığını görürüz ve aslında değişen tek şeyin sömürgeyi yapanlar olduğunu söyleyebiliriz. Keza oluşan bu yeni burjuvalar da az gelişmiş ülkenin az gelişmiş burjuvalarıdır ve genelde batıyla işbirliği halinde olan, üretim yerine ticareti seçen kompradorlardır ve bunar ulusal ekonomiyi dış dünyaya eklemleyerek sömürüyü devam ettirirler.[18]

Görüldüğü gibi kolonyalizm aslında post ön ekini alacak bir durumda değildir. Çünkü sadece yöntem değişmiştir. Artık sömürgeci tarafından atanan bir vali yerine burjuvazi ve uluslararası şirketler tarafından bu ülkeler yine batıya bağlı halde yaşamaktadırlar.

FEMİNİZM: DIŞLANAN CİNSİYET

Marksist ve pos-kolonyalist eleştiriler kümülatif bir kesimin eşitsizliği üzerinde dururken feminizmde durum biraz daha değişiktir. Çünkü feminizmin öznesi çoğul değildir. Tek bir özne vardır o da kadındır. Dolayısıyla yapılan eleştiriler bu damardan beslenmiş ve buna göre tavır almıştır.

Feministlerin uluslar arası ilişkilere yönelik en büyük eleştirileri tahmin edilebileceği üzere onun erkek egemen bir disiplin olduğu yönündedir. Feministler dış ve askeri politika belirleme süreçlerindeki kadın aktörlerin yokluğuna dikkat çekmiş ve bu alanların erkek egemen olduğunu söylemişler dolayısıyla yapılan analizlerin de eril olduğunu belirtmişlerdir.[19] Keza uluslararasındaki güç ilişkileri ve savaş; kadın ve erkek arasındaki cinsiyete bağlı güç ilişkileri üzerinden meşrulaştırılmıştır.[20]

Klasik realist uluslar arası ilişkiler yaklaşımı, ulus devletin uluslar arası arenadaki davranışlarını analiz ederken, ulus devletlerin her an savaşa hazırmış gibi hareket ettiklerini söyler ve asıl olanın devletin çıkarları olduğunu dile getirir. Devletler bu çıkarlar doğrultusunda hareket ederler. Fakat feministlere göre bu anlayış ilişkilerin uluslararası hale gelme sürecini çarpıtmaktadır. Çünkü feministlere göre klasik realist anlayış, Morgenthau ve Waltz’cu yaklaşımlar, tamamen erkek egemendir ve bunlar kamusal ve kurumsal alanlardaki cinsiyet ayrımını görmezden gelirler. Dolayısıyla analizler eksiktir.[21]

Görülmesi gereken şey devletin kadınları tahakküm altına aldığıdır. Feministlerin uluslararası ilişkilere bakış açıları bu sosyal tahakküm üzerinden olmuştur. Çünkü kadının cinsiyetinden dolayı tahakküm altına alınmasını anlamadan, uluslar arası alandaki güç ilişkilerini ve buradan doğan devletler arasındaki tahakkümü anlamak imkansızdır.

Üç temel feminist bakış açısını görmek mümkündür. Bunlar liberal, Marksist ve radikal feminist bakış açılarıdır. Bu ayrımlar son kertede kadının toplumda nasıl eşit hale geleceğiyle ilgilenmekle beraber, mevcut eşitsiz durumla ilgili yaptıkları yorumlar farklıdır. Klasik olarak adlandırabileceğimiz  liberal feminist bakış açısı kadının erkekten bir eksiğinin olmadığını dile getirir. Bu bakış açısının temel dayanak noktası toplumun erkek egemen olduğu tezidir. Buradan yola çıkarak bu eril toplum içinde kadının tahakküm altında bulunduğunu dile getirirler ve erkeklerin kendileri için istedikleri her şeyi kadınlar içinde istemeleri gerektiği sonucuna varırlar. Bunun yanında Marksist feministlerin ise dayanak noktası iktisadidir. Çünkü onlara göre kadın; kamusal üretimden dışlandığı için tahakküm altındadır. Kadın üretime dahil olup ekonomik özgürlüğünü kazandığı zaman bu tahakküm de son bulacaktır. Burada şunu belirtmekte fayda vardır. Marksistler cinsiyeti de sınıf potasında eritirler ve sınıfsız bir toplumda kadının eşitsizliği probleminin de çözüleceğini varsayarlar. Son olarak radikal feministler ise sorunun temel dayanak noktasının patriarşi olduğunu dile getirirler. Onlara göre kadının  tahakküm altında olmasının tek nedeni patriarkal devlet yapısıdır. Dolayısıyla eleştiri okları devlete yöneltilmelidir.[22] Keza Tickner’da benzer bir soruna dikkat çekmiş ve Machiavelli’nin Prens’ini sorgulamış ve buradaki erkek egemen anlayışa dikkat çekmiştir.[23]

Toparlarsak feministlerin asıl derdi kadınların karar mekanizmalarından dışlanmışlığıdır. Çünkü onlara göre zaten sosyal alanda tahakküm altında bulunan kadınlar; dış politika belirleme sürecindeki etkin aktörlük yapan kurumlardan da dışlanmışlardır. Dolayısıyla ortaya erkek egemen bir uluslar arası ilişkiler teorisi çıkmış ve buna ilişkin yapılan analizler de haliyle erkek egemen olmuştur. O halde yapılması gereken şey bu eşitsizliği gidermektir, karar mekanizmalarında daha fazla kadının yer almasını sağlamaktır. Çünkü cinsiyete ayrımı anlaşılmadığı sürece uluslar arası güç ilişkileri de anlaşılamaz.

Cengiz GÜNAY


[1] I. Wallerstein: Irk, Ulus, Sınıf ( metis yayınları,2007) s: 145

[2] I. Wallerstein: a.g.e, syf: 156

[3] David Harvey: Yeni Emperyalizm(Everest yayınları,2008) s: 85

[4] Abd’deki ünlü deyimiyle: General Motor için iyi olan Abd için de iyidir.

[5] Perry Anderson: Gramsci,Hegemonya Doğu-Batı sorunu Ve Strateji(Salyangoz Yayınları,2007)

[6] I. Wallerstein:  Amerikan Gücünün Gerileyişi, Kaotik Bir Dünyada Abd(metis yayınları,2004) s: 87

[7] Konuyla ilgili olarak bknz: Birgül Ayman Güler, Yeni Sağ Ve Devletin Değişimi, Yapısal Uyarlama Politikaları (İmge kitapevi,2005) s: 25-83

[8] David Harvey: a.g.e, s: 104

[9] M. Sinan Birdal: Ethnicity, Nationalism, And Colonialism(The International Studies Encylopedia, Volume 3) s:1715

[10] Samir Amin: 5. Enternasyonel İçin(Özgür Üniversite Kitaplığı,2007) s:15

[11] F. Fanon: Yeryüzünün Lanetlileri(Versus Kitap,2007)s:46

[12] E. Said: Şarkiyatçılık(metis kitap,2010)

[13] E. Said

[14] F. Fanon: a.g.e. s:202

[15] Mahmut Mutman:Post-Kolonyalizm, Ölü Bir Disiplinin Hatıra Defteri,s:3

[16] M.Sinan Birdal: a.g.e. s:1715

[17] M.Sinan Birdal: a.g.e. s:1725

[18] F.Fanon:a.g.e. s:166

[19] J.A. Tıckner: Gender In International Relations: Feminist Perspectives on Achieving Global Security, (Newyork: Colombia University Press) s:7

[20] Muhittin Ataman: Feminizm: Geleneksel Uluslararsı İlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar Demeti(Alternatif Politika, cilt 1, sayı 1, 2009) s:9

[21] Jacqui True: Feminism(Theories Of International Relations) s:232

[22] Muhittin Ataman: a.g.e. s:16

[23] J.A.Tickner: a.g.e s:27

 

Etiketler: , , , ,