Uluslar arası ilişkiler de temel terimlerden biri olan ‘güç’ her yaklaşım tarafından kabul edilmekle beraber içeriği değişik şekilde yorumlanmıştır. Kimi yaklaşımlar bu gücü bir sınıfla özdeşleştirirken kimi cinsiyetle kimi ise ırk veya milliyetle özdeşleştirmiştir. Dolayısıyla uluslar arası ilişkilerde güç olgusunun bu kadar ön planda olmasının bir eşitsizlik yaratacağı aşikardır. Güçlü sınıf güçsüz sınıfın, güçlü milliyet ise güçsüz milliyetin üzerinde bir tahakküm oluşturacaktır. Her ne kadar bunun önüne geçmek için ‘uluslar arası hukuk’ diye bir kavram icat edilmişse de bu hukukun da güçlüler hukuku olduğu çoğu analist tarafından dile getirilen bir şeydir. Dolayısıyla uluslar arası ilişkilerdeki bu eşitsizlik giderilmiş değildir ve incelenmeye değerdir.
MARKSİM: SINIFSAL ELEŞTİRİ
Marksizm denince herksin aklında ilk çağrışım yapan şeyin sınıf çatışması olduğuna sanırım şüphe yoktur. Fakat sınıf kavramı Marksizm’e mal edilmesine karşın Marksizm’e ait bir kavram değildir. Yunanlılar zamanından beri biliniyordu ve Fransız devriminden sonra yazılan eserlerde yeniden ortaya çıktı. Marks’ın katkısı ise tarihin bir sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu öne sürmesidir.[1] Dolayısıyla Marksizm’in uluslararası ilişkilerdeki eşitsizlik anlayışı da sınıf temelli olacaktır.
Yaşadığımız dünyaya kapitalist dünya demek sanırım yerinde olacaktır. Hayatın her anında insanın tüm ilişkilerine sinmiş olan bu iktisadi ve politik sistem artık bir yaşam tarzı haline de gelmiştir. Bu yönüyle kapitalizmin uluslar arası ilişkilere de egemen olacağını görmek zor olmayacaktır. Çünkü uluslararası ilişkiler de iktisadi bir temele oturtulmuş ve devletlerin de temel hedefi kar maksimizasyonu haline gelmiştir. Peki bunun sonuçları ne olacaktır? Bu sorunun cevabına ilişkin her görüşün kendince söyleyecekleri vardır elbet, özellikle de Marksizm’in.
“kapitalizm, proleterin artık değerinde burjuvanın el koyduğu sistemdir. Bu proleter burjuvadan ayrı bir ülkede olduğu zaman, el koya sürecini etkileyen mekanizmalardan biri, devlet sınırlarından akışın kontrolünün yönlendirilmesidir. Bu merkez, yarı çevre-merkez, ve çevre-merkez kavramlarında özetlenen ‘eşitsiz gelişme’ şekillerine yol açar. Bu da elimize kapitalist dünya ekonomisindeki birçok sınıf çatışması biçiminin çözümlenmesine yardımcı olan zihinsel bir araç vermektedir.[2]”
Yukarda Wallerstein tarafından çizilen çerçeve esasında Marksizm’in uluslararası ilişkilere bakışının temelini özetleyen bir çerçevedir. Çünkü özellikle 1980 sonrası Reaganizm ve Thatcherizm ile birlikte gelen özelleştirme furyası ve egemen olan neo-liberal anlayışa göre artık ekonomi ile devletin tamamen ayrılması yetmez, ekonominin devlete egemen olması gerekir. Dolayısıyla dünyanın bu iki dev ekonomisinde benimsenen anlayışın uluslar arası ilişkilere egemen olması da kaçınılmazdır. Bu egemenlik doğal olarak bir eşitsizlik yaratacaktır. Çünkü birilerinin daha zengin olması diğerlerinin daha fakir olmasına bağlıdır.
Günümüz dünyasında egemen olan emperyalizm anlayışı aslında sermayenin emperyalizmidir. Çünkü güçlünün ve dolayısıyla zenginin egemen olduğu uluslar arası sistem kendi aktörlerini yaratmıştır ki bunlar çok uluslu şirketlerdir (ÇUŞ). Günümüz uluslararası sisteminde etkili olan ÇUŞ’lar artık devletlerin dış politikasını da belirleyebilmektedir. Çünkü sonsuz sermaye birikimi ve bitmek tükenmek bilmeyen kar anlayışının egemen olduğu kapitalist sistemin genişlemeci mantığı bu durumu yaratmaktadır.[3] Dolayısıyla artık sermaye için doğru olan devletler içinde doğrudur anlayışının egemen olduğu bir uluslar arası sistemden bahsetmek mümkündür.[4]
Sermayenin bu yayılma anlayışı ve ihtiyacı, devletleri de bu yönde bir politikaya sevk etmektedir. Ancak devletler bunu yaparken elbette kendince bir sebep bulmakta oldukça kabiliyetlidir. Çünkü uluslararası bir meşruiyet adına devletlerin yaptıkları eylemleri haklı gösterecek bir takım argümanlara ihtiyaç duyduklarını biliyoruz. Bu argümanlardan biri ve günümüz itibarıyla en yaygın olanı ‘insani müdahale’ argümanıdır. Bu argüman sayesinde gerçekleştirilen askeri operasyonlar sayesinde istenilen amaçlara ulaşırlar ve üstelik kullandıkları diskur sayesinde hem meşru görülürler hem de prestijlerini artırırlar. Bu da karşımıza Gramsci’yen anlamda bir ‘hegemonya’ kavramı çıkarır.
Gramsci hegemonya kavramını devlet aygıtını ele geçirecek sınıfın, diğer sınıflar üzerindeki ‘zor ve rıza’ ya dayanan egemenliği şeklinde tanımlamıştı.[5] Kavramın uluslararası ilişkilere uygulanmış şekli ise yukarda bahsettiğimiz gibi devletin yaptığı eylemi meşru gösterebilme yetisiyle bağlantılıdır. Devlet kendini meşru gösterebildiği ölçüde hegemondur. Dolayısıyla bu örtülü olarak bir eşitsizliğe işarettir. Çünkü bu hegemonyanın sağlanması için kullanılan diskur hegemonya uygulanacak devletin buna ‘mecbur olduğu’ anlayışını egemen kılamaya yöneliktir. Çünkü egemen olanların kullandığı diskura göre ‘batı dışı dünya geleneği temsil ediyor, Avrupa ise ilerlemeyi, evrimi, modernliği’[6] dolayısıyla bu dünyayı dönüştürmek gerekir ve bu gereklilik özünde bir eşitsizlik anlayışını barındırır.
Bu hegemonya sağlama sürecinde kapitalizme alternatif olabilecek ülkeler “dönüştürülmesi gereken ülkeler” gibi lanse edilir. Özellikle neo-liberalizmin egemen doktrin haline gelmesinden sonra çeşitli uluslararası kuruluşlar bu “dönüştürülmesi gereken ülkeler” grubunun dünya sistemine dahil edilmesi amacıyla kullanılmıştır. IMF, Dünya Bankası, WTO gibi kuruluşlar sayesinde bu ülkelere verilen krediler de şart olarak öne sürülen şey kapitalist sisteme entegrasyon olmuştur.[7]
Dolayısıyla uluslar arası ilişkiler bir sınıfsal eşitsizlik arenasıdır. Çünkü bu ilişkiler sisteminden karlı çıkan yine zengin sınıflar olacaktır ki sistemin böyle olmasını onlar istemişlerdir. Sermayenin egemenliğinin yaşandığı uluslar arası ilişkiler düzleminde, doğal olarak faydalı çıkacak olan sermaye sınıfı olacaktır. Çünkü sisteme yön veren, ülkelerin dış politikasını belirleyen unsurlar onlardır. Zira emperyalizm hem biriken sermayenin eritileceği bir alan yaratmakta hem de sermaye sınıfının iç savaşını engellemektedir.[8]
POST KOLONYALİZM: MİLLİ BİR EŞİTZLİĞİN ELEŞTİRİSİ
20. yüzyılın son çeyreğine kadar götürebileceğimiz bir zaman dilimi Batı’nın; dünyanın geri kalanının hemen hemen tamamını sömürge haline getirdiği dönemdir. Bu dönem; doğunun ve Afrika’nın batı’yı beslediği dönemdir. Fakat daha sonraki dönemde bu ülkelerin çoğunun bağımsızlıklarını kazandıklarını görürüz. İkinci dünya savaşı sonrası oluşan ortam sömürgelerde bağımsızlık hareketlerinin egemen olduğu dönemdir.
Post kolonyalizm bu ortamın neticesinde gelişen bir akım olarak kendini gösterdi. Sömürülen ülkeler üzerinde duran bu akımın temsilcileri post kolonyal devletlerin yapısı ve geçmişiyle ilgilendiler. Çünkü post kolonyal dönem bir soğuk savaş dönemine denk gelmişti ve bu dönem içinde her devletin iki kutbun temsilcisi için bir önemi vardı diyebiliriz. Yeni bağımsızlıklarını kazanan bu devletlerin soğuk savaş döneminde bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.[9] Çünkü özellikle Bandung konferansıyla birlikte post kolonyal devletler kendi gelişimleri için dünyanın iki devi arasındaki çekişmeyi kullanmayı iyi bilmiştir.[10]
Uluslar arası ilişkilerde milli bir eşitsizliğin olduğunu savunan post kolonyalistler; batının bugünkü ihtişamını sömürgelere borçlu olduğunu söylerler. Sömürge olmaktan kurtulan bu ülkeler ise tam anlamıyla bağımsızlıklarına kavuşmuş mudur? Aslında bu soruya da olumlu cevap vermek pek mümkün görünmemektedir. Çünkü sömürge olmaktan kurtulan bu ülkeler daha sonra farklı yollardan bir şekilde sömürülmeye devam edecektir.
Kolonyalizm’in sadece milli bir eşitsizlik yaratmaktan öte ırksal bir eşitsizlik yarattığını da savunan Fanon’a göre sömürgelerde alt yapı aynı zamanda üst yapıdır, neden aynı zamanda sonuçtur. Yani beyaz iseniz zenginsinizdir, zengin iseniz beyaz.[11] Yani aslında kolonyalizm temelinde ırkçılık ta barındırır. Keza E. Said de konuyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmesinde şarkiyatçılığı tanımlarken “doğu ile batı arasında yapılan ontolojik ve epistemolojik ayrım” demektedir.[12] Yani Fanon kolonyalizmin daha ırksal yönünü değerlendirirken Said kültürel ve coğrafik bir ayrım ve aşağılama olduğunu savunur.
Sömürgelerin bağımsızlığına giden süreci incelediğimizde karşımıza bir şiddet vurgusu çıkar. Çünkü sömürgeciler tarafından kaile bile alınmayan bu ülkelerin insanları için aslında başka yol olduğunu söylemek zordur. Sömürgeciyle girişilecek her türlü münasebet, bağımsızlık mücadelesine vurulacak bir darbe olacaktır. Çünkü bu tür münasebetlerde sömürgeci oldukça iyidir ve kazanmayı bilir. Keza bilim, edebiyat, söylem batının şarkiyatçı emperyalist anlayışına hizmet etmektedir.[13] Dolayısıyla sömürgeden kurtulmak için şiddet asli bir unsur olarak göze çarpar. Hatta Fanon “sömürgeciyi yenmenin tek yolu; her yolu denemektir” diyerek yapılacak her türlü mücadele şeklinin mubah olduğunu salık vermiştir.[14] Fakat asıl sorun sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandıklarından sonra karşımıza çıkmaktadır. Çünkü fiili sömürgeden kurtulmak tam anlamıyla bir bağımsızlık yaratır mı sorusu yanıtlanmaya muhtaçtır.
İlk bakışta “post kolonyalizm” kavramından “sömürgecilik sonrası dönem”in işaret edilmesi mantıklı görünmektedir. Ancak araştırınca bunun böyle olmadığı görülecektir. Kolonyalizm sonrası dönemin aslında yeni bağımlılık şekli ortaya çıkardığı görülüyor.[15] Çünkü bu ülkeler eski sömürge olmakla beraber yeni az gelişmiş ülkeler veya üçüncü dünya ülkeleridir. Özellikle soğuk savaş sonrası dönemde daha da açığa çıkmıştır ki aslında fiili olarak sömürgecilik sona erse bile iktisadi alanda devam etmektedir. Sömürgeden kurtulan bu ülkeler batının kapitalist pazarlarına ucuz hammadde ve ucuz işgücü sağlayan aktörlerden daha fazla bir şey olamamışlardır. Hatta bu ülkelerin tam olarak devlet olduklarına ilişkin tartışmalar devam ederken R. Jackson bu ülkeler ile ilgili “quasi state” sıfatını kullanarak bunların negatif anlamda bir bağımsızlık kazanmakla beraber pozitif bir bağımsızlık kazanıp tam olarak bir devlet haline gelemediklerini söyler.[16]
Bu bağımsızlık konusuna ilişkin olarak P. Chatterjee Gramsci’den aldığı “pasif devrim” kavramını kullanarak aslında bu ülkelerdeki hareketlerin birer pasif devrim olduğunu öne sürer.[17] Çünkü ona göre ülkeler ve özellikle halkları adına değişen pek bir şey yoktur. Çünkü sömürgecilik sonrası oluşan yeni toplumda da burjuvanın halk üzerinde bir sömürge uyguladığını görürüz ve aslında değişen tek şeyin sömürgeyi yapanlar olduğunu söyleyebiliriz. Keza oluşan bu yeni burjuvalar da az gelişmiş ülkenin az gelişmiş burjuvalarıdır ve genelde batıyla işbirliği halinde olan, üretim yerine ticareti seçen kompradorlardır ve bunar ulusal ekonomiyi dış dünyaya eklemleyerek sömürüyü devam ettirirler.[18]
Görüldüğü gibi kolonyalizm aslında post ön ekini alacak bir durumda değildir. Çünkü sadece yöntem değişmiştir. Artık sömürgeci tarafından atanan bir vali yerine burjuvazi ve uluslararası şirketler tarafından bu ülkeler yine batıya bağlı halde yaşamaktadırlar.
FEMİNİZM: DIŞLANAN CİNSİYET
Marksist ve pos-kolonyalist eleştiriler kümülatif bir kesimin eşitsizliği üzerinde dururken feminizmde durum biraz daha değişiktir. Çünkü feminizmin öznesi çoğul değildir. Tek bir özne vardır o da kadındır. Dolayısıyla yapılan eleştiriler bu damardan beslenmiş ve buna göre tavır almıştır.
Feministlerin uluslar arası ilişkilere yönelik en büyük eleştirileri tahmin edilebileceği üzere onun erkek egemen bir disiplin olduğu yönündedir. Feministler dış ve askeri politika belirleme süreçlerindeki kadın aktörlerin yokluğuna dikkat çekmiş ve bu alanların erkek egemen olduğunu söylemişler dolayısıyla yapılan analizlerin de eril olduğunu belirtmişlerdir.[19] Keza uluslararasındaki güç ilişkileri ve savaş; kadın ve erkek arasındaki cinsiyete bağlı güç ilişkileri üzerinden meşrulaştırılmıştır.[20]
Klasik realist uluslar arası ilişkiler yaklaşımı, ulus devletin uluslar arası arenadaki davranışlarını analiz ederken, ulus devletlerin her an savaşa hazırmış gibi hareket ettiklerini söyler ve asıl olanın devletin çıkarları olduğunu dile getirir. Devletler bu çıkarlar doğrultusunda hareket ederler. Fakat feministlere göre bu anlayış ilişkilerin uluslararası hale gelme sürecini çarpıtmaktadır. Çünkü feministlere göre klasik realist anlayış, Morgenthau ve Waltz’cu yaklaşımlar, tamamen erkek egemendir ve bunlar kamusal ve kurumsal alanlardaki cinsiyet ayrımını görmezden gelirler. Dolayısıyla analizler eksiktir.[21]
Görülmesi gereken şey devletin kadınları tahakküm altına aldığıdır. Feministlerin uluslararası ilişkilere bakış açıları bu sosyal tahakküm üzerinden olmuştur. Çünkü kadının cinsiyetinden dolayı tahakküm altına alınmasını anlamadan, uluslar arası alandaki güç ilişkilerini ve buradan doğan devletler arasındaki tahakkümü anlamak imkansızdır.
Üç temel feminist bakış açısını görmek mümkündür. Bunlar liberal, Marksist ve radikal feminist bakış açılarıdır. Bu ayrımlar son kertede kadının toplumda nasıl eşit hale geleceğiyle ilgilenmekle beraber, mevcut eşitsiz durumla ilgili yaptıkları yorumlar farklıdır. Klasik olarak adlandırabileceğimiz liberal feminist bakış açısı kadının erkekten bir eksiğinin olmadığını dile getirir. Bu bakış açısının temel dayanak noktası toplumun erkek egemen olduğu tezidir. Buradan yola çıkarak bu eril toplum içinde kadının tahakküm altında bulunduğunu dile getirirler ve erkeklerin kendileri için istedikleri her şeyi kadınlar içinde istemeleri gerektiği sonucuna varırlar. Bunun yanında Marksist feministlerin ise dayanak noktası iktisadidir. Çünkü onlara göre kadın; kamusal üretimden dışlandığı için tahakküm altındadır. Kadın üretime dahil olup ekonomik özgürlüğünü kazandığı zaman bu tahakküm de son bulacaktır. Burada şunu belirtmekte fayda vardır. Marksistler cinsiyeti de sınıf potasında eritirler ve sınıfsız bir toplumda kadının eşitsizliği probleminin de çözüleceğini varsayarlar. Son olarak radikal feministler ise sorunun temel dayanak noktasının patriarşi olduğunu dile getirirler. Onlara göre kadının tahakküm altında olmasının tek nedeni patriarkal devlet yapısıdır. Dolayısıyla eleştiri okları devlete yöneltilmelidir.[22] Keza Tickner’da benzer bir soruna dikkat çekmiş ve Machiavelli’nin Prens’ini sorgulamış ve buradaki erkek egemen anlayışa dikkat çekmiştir.[23]
Toparlarsak feministlerin asıl derdi kadınların karar mekanizmalarından dışlanmışlığıdır. Çünkü onlara göre zaten sosyal alanda tahakküm altında bulunan kadınlar; dış politika belirleme sürecindeki etkin aktörlük yapan kurumlardan da dışlanmışlardır. Dolayısıyla ortaya erkek egemen bir uluslar arası ilişkiler teorisi çıkmış ve buna ilişkin yapılan analizler de haliyle erkek egemen olmuştur. O halde yapılması gereken şey bu eşitsizliği gidermektir, karar mekanizmalarında daha fazla kadının yer almasını sağlamaktır. Çünkü cinsiyete ayrımı anlaşılmadığı sürece uluslar arası güç ilişkileri de anlaşılamaz.
Cengiz GÜNAY
[1] I. Wallerstein: Irk, Ulus, Sınıf ( metis yayınları,2007) s: 145
[2] I. Wallerstein: a.g.e, syf: 156
[3] David Harvey: Yeni Emperyalizm(Everest yayınları,2008) s: 85
[4] Abd’deki ünlü deyimiyle: General Motor için iyi olan Abd için de iyidir.
[5] Perry Anderson: Gramsci,Hegemonya Doğu-Batı sorunu Ve Strateji(Salyangoz Yayınları,2007)
[6] I. Wallerstein: Amerikan Gücünün Gerileyişi, Kaotik Bir Dünyada Abd(metis yayınları,2004) s: 87
[7] Konuyla ilgili olarak bknz: Birgül Ayman Güler, Yeni Sağ Ve Devletin Değişimi, Yapısal Uyarlama Politikaları (İmge kitapevi,2005) s: 25-83
[8] David Harvey: a.g.e, s: 104
[9] M. Sinan Birdal: Ethnicity, Nationalism, And Colonialism(The International Studies Encylopedia, Volume 3) s:1715
[10] Samir Amin: 5. Enternasyonel İçin(Özgür Üniversite Kitaplığı,2007) s:15
[11] F. Fanon: Yeryüzünün Lanetlileri(Versus Kitap,2007)s:46
[12] E. Said: Şarkiyatçılık(metis kitap,2010)
[14] F. Fanon: a.g.e. s:202
[15] Mahmut Mutman:Post-Kolonyalizm, Ölü Bir Disiplinin Hatıra Defteri,s:3
[16] M.Sinan Birdal: a.g.e. s:1715
[17] M.Sinan Birdal: a.g.e. s:1725
[18] F.Fanon:a.g.e. s:166
[19] J.A. Tıckner: Gender In International Relations: Feminist Perspectives on Achieving Global Security, (Newyork: Colombia University Press) s:7
[20] Muhittin Ataman: Feminizm: Geleneksel Uluslararsı İlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar Demeti(Alternatif Politika, cilt 1, sayı 1, 2009) s:9
[21] Jacqui True: Feminism(Theories Of International Relations) s:232
[22] Muhittin Ataman: a.g.e. s:16
[23] J.A.Tickner: a.g.e s:27